Prof. Sancar bizi neden mutlu etti dersiniz?
Benim Nobel sahibi tanıdığım ilk ve son kişi, Necip Mahfuz idi...
Modern Mısır Edebiyatı’nın en önemli isimlerindendi. Her sabah yedi buçuk-sekize doğru evinden çıkar, Kahire’nin meşhur Tahrir Meydanı’na yürür, bir binanın asma katındaki Ali Baba Kahvesi’nde sütlü kahvesini içer, gazetelerini okur, gelen-gidenle sohbet eder, sonra onbire doğru yine yürüyerek evine dönerdi.
Necip Mahfuz’la Ali Baba Kahvesi’nde defalarca biraraya gelmiştik. Çağdaş Arap yazarlardan, genellikle de Tevfik el-Hakim’in romanından ve Ahmed Şevki’nin şiirinden bahsederdik...
Derken 1988’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü Necip Mahfuz’a verdiler...
Sadece müdavimlerinin bildiği Ali Baba Kahvesi’nin önü, ertesi sabah daha güneş doğmadan mahşere döndü! Necip Mahfuz âdetini değiştirmeden yine aynı saatte Tahrir Meydanı’na geldi, binlerce Mısırlı tarafından millî kahraman gibi karşılandı, Mısırlı ve yabancı televizyoncularla muhabirler üstad ile konuşabilmek için birbirlerini çiğnediler.
Necip Mahfuz “Müsaade edin kahvemi içip gazetelerimi okuyayım, sonra emrinize âmâde olurum” dedi ve o gün Ali Baba’dan evine ilk defa daha geç saatte, öğleden sonra döndü.
MEYDANDAKİ TAKTUKA VE ZILGIT
Aynı günün gecesi, Tahrir’de büyük bir şenlik yapıldı ve meydan sadece Kahire’den değil, Mısır’ın dört bir yanından gelen onbinlerce kişi ile doldu.
Tahrir taktukalarla, zılgıtlarla inliyordu ve meydandakilerden biri de bendim...
Biraz ilerimde, giyiminden Delta tarafındaki yani kuzeydeki köylerden birinden geldiği belli olan ortayaşlı bir kadın avaz avaz bağırıp zılgıt çekiyordu. Öyle okur-yazar ve Necip Mahfuz düşkünü gibi görünmediği halde şenliğe kendinden geçmişcesine katılması dikkatimi çekti, yanına gidip nerede yaşadığını sordum...
Tahminim doğru çıktı; Delta’dan, Dimyat taraflarındaki bir köyden gelmişti...
“Neden geldin?” dedim, “Mısırlı büyük bir adam büyük iş yapmış dediler, tebrik etmek için” cevabını verdi.
Bu defa “Kim o büyük adam? İsmi ne?” diye sordum, bilmediğini söyledi. Israr edip bu defa bilmediği, tanımadığı adamı niçin tebrike geldiğini sordum ve unutmadığım, üstelik hiç unutamayacağım bir cevap aldım:
“Neden gelmeyeyim ki? O adam Mısır’ı göklere yükseltmiş! Ben, Mısırlıyım!”.
Prof. Aziz Sancar’ın Nobel aldığını işitince hemen Tahrir Meydanı’nı ve o ılık sonbahar gecesini hatırladım!
GERÇEK ÂLİMİ UNUTMUŞUZ!
Kimya Nobeli’nin Aziz Sancar’a verilmesi üzerine Türkiye bir anda bütün dertlerini unuttu, senelerden buyana hasretini çektiğimiz şevk ve heyecanı tekrar hisseder olduk. Öyle ki, birkaç zibidinin sanal ortamda “Bu adam ya Kürt, ya Arap! Ona verilen Nobel bize verilmiş sayılmaz!” gibisinden gevelemeleri bile heyecanı azaltmadı... Kaldı ki, kendisi hakkındaki en mükemmel ifadeyi Prof. Sancar bizzat kullandı ve “Siz Arap mısınız, yoksa Türk mü?” diye soran BBC’ye Türk olduğunu söyledi... Üstelik her yaz Amerika’dan gelen ve “Günde dört adet kuyruksuz Çengelköy hıyarı yerseniz ömrünüz uzar”, “Bir avuç şabalak fıstığı kanseri önler” yahut “Kelek kavununun sarı çekirdeği iktidarsızlığa birebirdir” diye ahkâm kesen tuhaf aksanlı şov meraklılarını “önemli doktor” zanneden Türkiye, Prof. Sancar’ın sayesinde gerçek bir tıp âlimi ile tanışmış oldu.
Asıl merak ettiğim bir başka konu var: Biz daha önce Nobel almadık mı? Aldık... Hatırlarsınız, Edebiyat Nobeli birkaç sene önce bir Türk vatandaşına verilmişti...
Ama ortalık o zaman niçin şimdi olduğu gibi ayağa kalkmamış ve herkesi bir sevinç dalgası sarmamıştı?
Neden dersiniz?