Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        New York Times gazetesi, dünkü New York baskısında manşetten ve “Türkler kederde de, zaferde de hâlâ bölünmüş” başlığı ile bizi anlatıyordu.

        Gazetenin “keder” dediği Ankara’daki mâlûm facia, “zafer” de Prof. Aziz Sancar’ın Nobel alması...

        Yorum, gayet doğru! Nobel sayesinde havalara fırladık, memnuniyetten neredeyse kanatlanıp uçtuk, derken hemen arkasından Ankara’daki bomba ile şaşırdık, perişan olduk ama hâlâ didişiyoruz. Dalaşmaları bir tarafa bırakmamıza, büyük sevinçler ve hattâ Nobel gibi millî iftihar vesileleri kâfi gelmiyor; bölünmeye de kederler ve belâlar bile mâni olamıyor...

        “İki tezatı, yani sevinç ile hüznü peşpeşe yaşadığımız için şoka girdik, ne yaptığımızı bilemez haldeyiz” diyeceğim ama, öyle değil!

        Değil, zira biz hep böyleydik ve hâlâ böyleyiz! Fikirde, siyasette ve hattâ dinî bahislerde aramıza ayrılık yahut eski tabiri ile “tefrika” bir defa girdi mi artık en büyük felâketlerde bile toparlanmamızın, birlik olmamızın ihtimali geçmişte mevcut değildi, bugün de mümkün değil!

        ÖZGÜRLÜKLER CENNETİ

        Bir-iki örnek vereyim:

        Türkiye’nin fikir ve düşünce özgürlüğünü ve söz söyleme hürriyetini en geniş ve en rahat şekilde ne zaman yaşadığını bilir misiniz?

        “Tek Parti iktidarı sonrası”, “1950 seçimlerinin ardından gelen günler” yahut “12 Eylül öncesi” diye düşünebilirsiniz ama değil...

        Memleketin özgürlükler cenneti olduğu devir, 1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilânı sonrasıdır! O senenin Temmuz’unda Anayasa yürürlüğe tekrar konar konmaz bir gazete enflasyonu başlamış, hemen her gün yeni gazeteler çıkmış ve yazma yeteneğine sahip olsun olmasın, köşe elde etmiş yahut sadece bu iş için gazete çıkartmış zevât, muhaliflerine ağızlarına geleni söylemişlerdir.

        Hem de ne sözlerle, ne iftiralarla ve ne hakaretlerle!

        Bugün basında kamplaşmadan ve köşelerde karşılıklı hakaretlerden şikâyet ediyoruz ya; o günlerin gazetelerine bakacak olursanız, zamanımızda kullanılan ifadelerin Meşrutiyet döneminde yazılanların yanında nasıl zarif, ne kadar nazik, hassas, kibar ve hattâ sevgi ifadeleri gibi kaldığını görürsünüz...

        Ama hiç merak etmeyin, aynı yolda sür’atle ilerliyoruz ve kısa zamanda Meşrutiyet basınına rahmet okutacağız gibi görünüyor.

        YÜZ SENE ÖNCESİNE GİDER

        1908 sonrasında birbirinin gözünü oymaya hazırlanan pek çok grup vardı ama didişme iki grup arasında, İttihadçılar ile İtilâfçılar arasında yaşandı, beş sene boyunca devam etti ve bu tatsız mücadele hiç de hoş olmayan bir şekilde bitti: Birkaç gazeteci önceden silâhla susturuldu ve 1913’te iktidarı elde eden grup ne kadar muhalif varsa köhne bir gemiye doldurup Sinop’a gönderdi ve sonraki beş senede oradan oraya sürdü, sürüm sürüm süründürdü.

        Ama, Dünya Harbi’nde uğradığımız felâketten bile ders alıp “tefrika”ya, yani bölünmeye nihayet veremedik. Bu defa “Kuvvâcı-Saltanatçı” kavgası çıktı; gazeteler, özellikle de İstanbul basını kavgayı körükledikçe körükledi ve didişme maalesef önce 150’likler listesi, sonra da İstiklâl Mahkemeleri ile noktalandı!

        Bugün yaşadığımız bölünmeyi demokrasinin, büyümenin yahut gelişmenin neticesi falan zannetmeyin! Temelinde bundan tâââ yüz küsur sene öncesinin kavgaları ve “tefrika”sı vardır...

        Mehmed Âkif’in “Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize / Fikri-i kavmiyyeti şeytan mı sokar zihninize?” mısralarında sorduğu ve “Kaç yurda vedâ etmedik artık bu uğurda / Elverdi gidenler, acıyın eldeki yurda” beyti ile yakardığı “ayrılık hissi” yani tefrika başımıza işte böyle belâlar açmıştır...

        Ama nerede o acımak?

        Diğer Yazılar