Koltuk
Yazacaklarımın başka şekilde yorumlanmaması yahut üzerime “yalakalık” vesaire gibi yaftalar yapıştırılmaması için asıl konuya girmeden, peşinen söyleyeyim:
Devletin en üst kesiminin İstanbul’daki 19. asır saraylarını kullanmaları, hattâ saray depolarındaki eşyalardan bazılarının Ankara’ya, cumhurbaşkanlığı yahut başbakanlık binalarına götürülerek oralarda istifade edilmesi gerektiğini senelerden buyana yazıp söylüyorum ve yazdıklarım gazete arşivlerinde duruyor.
Bu uygulama, kraliyetle idare edilen memleketleri bir tarafa bırakın, Avrupa’nın en gelişmiş demokrasilerinde bile mevcuttur. Cumhurbaşkanları, başbakanlar, hattâ senato ve meclis başkanlarının makamları eski zamanların şaşaalı saraylarıdır; oralarda kalır ve saray eşyalarını kullanırlar. Zira binanın yahut eşyanın haşmetli tantanası, devletin geçmişinin zenginliğini, sürekliliğini ve gücünü gösterir.
Devlet, İstanbul’daki sarayları 1960 darbesine kadar her vesile ile kullanmıştı. Atatürk’ün İstanbul’daki mekânı Dolmabahçe idi ve zaten orada vefat etti. Uygulama sonraki senelerde de sürdü; saraylar, kasırlar ve köşkler çok partili dönemde, yani Demokrat Parti’nin iktidarı yıllarında da hemen her vesile ile kullanıldı. Yabancı bir kral yahut devlet başkanı geldiğinde otellerde değil, mutlaka sarayların birinde ağırlanır, Savarona yatı ile gezdirilir; saraylarda sadece yabancı konuklar ağırlanmaz, önemli toplantılar, resmî davetler ve hattâ balolar da buralarda verilirdi.
KAPATTIK VE HARAP ETTİK!
Devam etmesi gereken bu uygulama 27 Mayıs’tan sonra rafa kalktı, tarihî binaların kapısına kilit vuruldu, “Sana dokunursam Allah da bana dokunsun” zihniyeti ile içerideki eşyalar ile objeler depolara kaldırıldı ve mekânlar güya müze yapıldı!
Netice mi? Binalar ve içlerinde ne varsa, hepsi harap olmaya başladı; yapının bir tarafı tamir edilirken diğer tarafı çöktü, eşyalar beter hâle geldi ve hem binayı hem de objeleri eski hallerine getirebilmek için servet harcadık, hâlâ da harcıyoruz.
Türkiye, günlerden buyana Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Alman Başbakanı Angela Merkel’i Yıldız Sarayı’nın Büyük Mabeyn’inde kabulü sırasında oturdukları koltukları tartışıyor... Koltukların baş kısmındaki hilâlden üzerlerindeki varaklara, salonun yan tarafında duran ve birilerinin “divan” zannettiği üçlü kanepelerden salonda mevcut herşey hakkında fikir yürütülüyor...
‘AMPİR’ NEDİR, BİLİR MİSİNİZ?
Şimdi, bu koltuk meselesini bir de ben anlatayım...
Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Başbakan Merkel’in oturdukları koltuklar ve o salondaki oturma grubu, Napolyon Bonapart’ın Fransa’da 19. yüzyılın başındaki iktidarı ile doğan “empire”, yani “ampir” denen imparatorluk stilin tipik birer örneğidir. Bugün bazı kesimlerin gözünde “kitsch” görülen bu moda 20. asrın başlarına kadar gayet revaçta olmuş, Avrupa saraylarının yanısıra İstanbul sarayları, özellikle de Yıldız, ampir eşyalarla döşenmiştir. Siparişler ya “hazine-i hassâ”nın yani “hanedan hazinesi” nin atelyelerinde imal edilmiş yahut Mayer veya Leon Rosenthal gibi mobilya ithalâtçıları vasıtası ile genellikle Fransa’dan getirtilmiştir.
Üstelik, mobilyaların geçmişini ayrıntıları ile gösteren bütün kayıtlar Osmanlı Arşivleri’nde mevcuttur. “Hesap”, “müfredat”, “mefruşat-ı hümayun” ve “masraf” defterleri üzerinde birkaç gün çalışıldığı takdirde gündemi işgal eden koltukların imal yahut ithal kayıtlarına kolayca ulaşabilirsiniz...
Koltuklar iri imiş, varakları çok parlakmış ve böyle bir salonda yabancıları ağırlamak ayıp olurmuş!
Neden ayıp olsun?
Yıldız’daki mobilyanın benzerleri Elysée’de, Kremlin’de ve daha başka resmî saraylarda bol miktarda mevcuttur; büyüklükleri stillerinin, yani “ampir” olmalarının özelliğidir, varaklar ise zamanla zaten kararacak, hele İstanbul gibi havası gittikçe kirlenen bir yerde bu iş çabucak olacaktır...
Ampir mobilya alçak tavanlı ve dar salonlu evlerde göze batar ve “kitsch” hâlini alır ama unutmayalım: Tantanalı devirlerde kullanılan saray mobilyalarının aynı saraylarda bugün de kullanılması Türkiye’nin geçmişinin asırlar öncesine uzandığını ve bir imparatorluğun vârisi olduğunu gösteren mükemmel bir vasıta; buna karşı çıkmak da “Biz bu topraklara bilmem kaç sene önce gökten zenbille indik” gibisinden bir aczin itirafıdır!