Arapça
Ders programlarına Osmanlıca’nın da alınması konusunda aylar önce başlayan tartışma hızını kaybetti, birkaç günden buyana Arapça’nın ilkokullara seçmeli ders olarak konmasının kavgasını yapıyoruz...
Millî Eğitim müfredatında şimdiye kadar sekiz yabancı dil; İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca, Çince, İspanyolca, Japonca ve Rusça varmış ve bunlara ilâve olarak Arapça’nın da müfredata alınmasına karar verilmiş.
Tartışmalar işte bunun üzerine başladı ve Arapça ile devrimler, lâiklik vesaire arasında hemen bağlantı kurularak “İstemezüüük!” diye haykırışlar geldi...
İlk sınıflarda uygulanacak müfredatı bilmem gördünüz mü? Öğrenciye renkler, hayvanlar, mevsimler, selâmlaşma, tanışma, sayılar, spor vesair gibi konular öğretilecek; sonraki senelerde de yine selâmlaşma, vedalaşma, kendini tanıtma, hobiler, giysiler, sayılar ve taşıtlar konusu konuşma ağırlıklı olarak öğretilecekmiş.
Bu bahisler ile lâiklik yahut dinî propaganda arasında nasıl bir alâka kurulduğunu tahmin etmek zor değil: Arapça, İslâmiyet’in dilidir; Kur’an da Arapça’dır, bu durumda Arapça sadece “İslâmiyet” demektir ama biz lâikiz, dolayısı ile Arapça’yı istemezüüüük!
ÖRNEĞİNİ BULAMAZSINIZ
Bir yabancı dilin, hele koskoca bir İslâm medeniyetinin dili olan lisanın bile korku unsuru hâline getirilip ucuz bir çekişme ve ideoloji vasıtası yapılması herhalde sadece bize mahsustur, böyle bir garabeti yani “Çocuklar yabancı dil öğrenmesin” tuhaflığını başka bir memlekette göremezsiniz!
Ama, meselenin bir de teknik tarafı var: Maarif okullarındaki yabancı dil öğretiminin neticesi, mâlûm; öğretemiyoruz! Zira ders programlarının önceliği talebenin konuşması değil, o dili anadil olarak konuşanlardan bazılarının bile bilmediği gramer kurallarının öğretilmesidir; öğrencinin kafası okuduğunu yahut söyleneni anlayacağı bir program yerine sanki dil bilgini olacak biçimde bu hiçbir işe yaramaz kurallarla doldurulur, neticede öğretilen yabancı dil “Benim adım Hüseyin”, “Çok güzel” yahut “Adınız ne?” seviyesinde kalır ve “Size nasıl yardım edebilirim?” demeyi bile maalesef beceremezler.
Hattâ sadece ilk yahut orta eğitim düzeyinde değil, üniversitelerin edebiyat ve tarih bölümlerindeki Osmanlıca öğretiminde de aynı mantık hâkimdir; yani öncelik gramere verilmiştir. Talebeye belge okunmasını öğretmeyi bir tarafa bırakın, Reşad Nuri, Refik Halid yahut Hüseyin Rahmi gibi geç devir edebiyatçılarının yazdıkları bile gösterilmez, bunun yerine “sülâsî mastar-rubâî mastar, efâil-tefâil, fail-mef’ul, mâzî-müstakbel” gibisinden Osmanlıca’nın kullanıldığı devirlerde yaşamış olanların bile pek bilmedikleri gereksiz kurallar yığını doldurulur.
Netice mi? Diplomasında “Osmanlı tarihçisi” yahut “Klasik Türk Edebiyatçısı” yazılı olan talebe, bundan yüz sene öncesinin gazetesini bile okumaktan âciz kalır!
BİLMEDİĞİNE DÜŞMAN OLMAK
Endişem sadece Arapça’da değil, okullardaki geri kalan sekiz adet seçmeli yabancı dilde de aynı işin yapılması, yani öğrencinin gramere boğularak ders vakitlerinin hebâ edilmesi...
Şimdi, Arapça’nın bazı çevreler tarafından ideolojik tartışmaya çevrilmesine ve bir korku unsuru hâline gelmesine döneyim:
Türkiye, temelleri güçlü bir devlettir, senelerden buyana devam eden iç ve dış kavgaların bile temelini sarsamadığı bu devlet, ilkokullarda haftada bir-iki saat verilecek Arapça yahut başka bir yabancı dil eğitiminden zarar görmez!
Çince’nin ve Japonca’nın bile yeraldığı müfredata keşki sadece Arapça değil, diğer kom- şularımızın dilleri, meselâ Ermenice, Rumca, Farsça, Gürcüce, vesaire de konsa ve bu diller lâf olsun diye değil, ciddî şekilde öğretilse...
Unutmayalım: Arapça öğretimine karşı çıkmak, Araplar’ın “Men cehile şey’en a’dâhu” yani “İnsan bilmediğinin düşmanıdır” sözünü doğrulamaktan başka bir şey değildir!