Süreyya'nın şoförü
Tarih sadece kitaplardan değil, eski devri iyi bilenlerin anlattıklarından da öğrenilir; hattâ bu yol ile kitapların yazmadığı bilgilere de sahip olunabilir...
Meselâ, İran’ın bakışlarının hüznü ile meşhur olan ve 2001’de vefat eden sabık imparatoriçesi ve Prenses Süreyya...
Hakkında yazılanlara baktığınızda babasının İran’ın güneybatısında yaşayan ve öncelikle kilimleri ile bilinen Bahtiyarî aşiretinin asillerinden Halil İsfendiyar Bahtiyarî, annesinin de Eva Karl adında bir Alman hanımın kızı olduğunu okursunuz.
Sözünü ettiğim o devri iyi bilenler, Prenses Süreyya’nın ailesi hakkında daha derin bilgiler verirlerdi:
“...Hüsrev Gerede, 1930’larda Tahran’daki sefirliği sırasında çocukları ile alâkadar olması için Alman bir hanımı işe almıştı. Bu hanım sefarete sık sık gelip giden yakışıklı bir İranlı diplomattan günün birinde hamile kaldı. Hüsrev Bey skandala mâni olmak için hanıma hemen bir başka sefarette iş buldu. Hamile kadıncağız bu yeni işinde sadece bir-iki ay çalıştıktan sonra İranlı diplomatla evlendi, Isfahan’a gitti, orada bir kız çocuk dünyaya getirdi ve çocuğa ‘Süreyya’ ismini verdiler...”.
Sözünü ettiğim çocuğun İran’ın şon Şah’ı ile 1951’de evlenen ama Şah’a bir erkek evlât, yani veliahd veremediği için yedi sene sonra boşanmak zorunda kalıp İran’ı terkeden ve hayatının sonuna kadar Avrupa’da yaşamaya, yani bir çeşit sürgüne mahkûm kalan Prenses Süreyya’dan bahsettiğimi farketmişsinizdir.
‘MAZLUM’ OLDU, BİLİNMEDİ
Bizde “Süreyya” dendiğinde akla hemen şanssız, talihsiz, bahtsız ve mahzun bir prenses gelir.
Prenses Süreyya halkın nazarında bir çeşit “mazlum” görüldüğü ve ismi telâffuz edilir edilmez sıradan kişilerden, özellikle de hanımlardan hemen acıma ve teessür ifadeleri geldiği için onun hakkında İran’ın ve yakından tanıyan çevrelerin hissiyatı üzerinde neredeyse hiç durulmadı...
Kısaca söyleyeyim: İran’da pek sevilmezdi... İranlılar, Şah’ın ilk karısı olan Mısırlı dünya güzeli Prenses Fevziye’yi zaten unutamamışlardı; Süreyya’dan sonraki imparatoriçe Farah da sosyal faaliyetleri ile kocasının iki numaralı hanımının, yani Süreyya’nın hatırasını tamamen olmasa da kısmen unutturmaya muvaffak oldu. Bütün bunların üzerine Süreyya’nın Avrupa’daki hayat tarzı, aşkları, ilişkileri, israfı, vesairesi sabık imparatoriçenin İranlılar’ın gözündeki kıymetini düşürmekten başka bir netice vermedi.
Süreyya, Avrupa’daki yüksek sosyetenin nazarında ise egzotik ama daha ziyade reklâm vasıtası bir isimdi. Jet sosyetenin birçok mensubu, içkiye gittikçe daha fazla müptelâ olması ve hemen herkese tepeden bakması yüzünden sabık İmparatoriçe’den uzak durmayı tercih ediyordu...
Mahzun gözlü prensesi gündeme getirmemin sebebi, dün gazetelerin internet sitelerinde okuduğum bir haber: Süreyya’nın mirası, ağabeyinin şoförüne kalmış!
Haberi anlamakta önce biraz zorluk çektim. Başlıkta “Prensesin mirası şoförüne kaldı” deniyor ama sonra “Bir Alman mahkemesinin, mirasın vefat etmiş ağabeyinin eski şoförüne gitmesine karar verdiği” söyleniyordu. Süreyya’nın kardeşi Bican İsfendiyarî “ağabey” yapılıyor, üstelik haber üslûbunda şimdiye kadar yeralmamış zarif mi zarif bir ifade kullanılıyor ve İsfendiyarî’den “adam” diye bahsediliyordu!
Haberde ne denmek istendiğini güç-belâ çözebildikten sonra hayli şaşırdım, çünki bizzat tanıdığım Prenses Süreyya bildiğim kadarıyla beş parasızdı!
Paris’te gerçi bir dairesi vardı ama genellikle şehrin lüks otellerinde ve bilhassa Plaza Athénée’de normal bir odada kalmayı tercih eder, oteller Süreyya’dan para almazlardı. Zira hemen her kesimin meraklı ve hayran bakışlarını eski günlerdeki kadar olmasa bile yine celbedebiliyordu ve sâkinlerinin arasında onun da bulunması, oteller için mükemmel bir reklâm vasıtası idi.
BİR GECELİK MÜCEVHERLER
Avrupa’nın jet sosyetesinde şânı devam ettiği için sadece lüks otellerin değil, büyük şirketlerin ve yeni zenginlerin bazı davetlerinde, özellikle de önemli defilelerde bulunmasını arzu ettikleri bir isimdi ve salona son derece pahalı mücevherlerle girdiği zaman bütün bakışlar üzerine çevriliyordu.
Ama, taktığı mücevherlerin artık hiçbiri onun değildi, Süreyya’ya Paris’in önde gelen cevahir mağazaları tarafından isimlerini duyurma maksadı ile, sadece o davette kullanması için verilmişlerdi. Sık sık Cartier’nin yahut İran’ın kendinden sonraki imparatoriçesi Farah’ın tacını yapan firma olmasına rağmen Van Cleef’in mücevherleri ile görülür, davet sonrasında otele döndüğünde lobiden eski haşmetini taklit edercesine geçip odasına gider ve taktığı herşeyi dönüşünü bekleyen mücevher şirketinin korumalarına teslim ederdi.
Sabık imparatoriçenin mirası, vesairesi bir tarafa; “şoför” muammalı ve “adam”lı dünkü ifadeler Türkçe’yi artık doğru-dürüst kullanamaz hâle gelmiş olmamızı bir tarafa bırakın, en basit bir haberi bile düzgün şekilde yazmaktan âciz kaldığımızı ve “redaksiyon” kavramının da yerinde yeller estiğini göstermektedir!