Ayasofya'daki son ayıp
Âdatimizdir: Önceden yapılmış bir işi yahut verilmiş bir kararı beğenmediğimiz takdirde veryansın eder, “Yanlıııış! Şöyle olması, böyle yapılması gerekirdi!” diye konuşup durur ama bulabildiğimiz ilk fırsatta daha önce demediğimizi bırakmayıp yerden yere vurduğumuz uygulamanın tıpatıp eşini gözümüzü kırpmadan hayata geçirivermekte hiç beis görmeyiz.
Zira başkasının yaptığı yanlış ama bizim kararımız doğrunun da doğrusudur...
Örnek mi: Seksen küsur senedir “Cami olarak yeniden ibadete açılmalı” dediğimiz Ayasofya’nın imarethanesinin şimdi “Halı Müzesi” ne çevrilmesi!
Ayasofya meselesi, önceki hafta Kadir Gecesi’nde seksen küsur sene aradan sonra içeride ilk defa ezan okunması üzerine tekrar gündeme geldi. “Yeniden cami olsun” yahut “Müzedir, müze olarak kalsın” tartışmaları ile “Hem cami, hem de kilise olsun; hattâ müze olarak kullanılmasına da devam edilsin” gibisinden güya entellektüel ama uçuk mu uçuk fikirler birbirine karıştı.
Şahsî kanaatimi söyleyeyim: Ben, Ayasofya’nın ibadete yeniden açılmasını, yani tekrar cami olmasını isteyenlerin tarafındayım! 916 sene kilise, 481 yıl boyunca da cami olarak kullanılan mâbed 1934’te zamanın şartları, düşünceleri, ideolojisi ve belki de milletlerarası konjonktürün gereği camiliğine son verilip müze hâline getirilmiştir ama bu kararın üzerinden seksen küsur sene geçmiş ve o devrin şartları artık değişmiştir. Camiye çevrilmesi sadece dışarıda değil, içeride de bir kesimin hayli tepkisini çeker ama zamanla alışılır ve yapılması gereken de budur!
İSTANBUL’DA BİNA MI YOK?
Vakıflar Genel Müdürlüğü “Ayasofya’nın müze olması Fatih’in vakfiyesini çiğnemektir”, “Hükümdarın hem hatırası, hem de ruhu azap çekiyor!”, “Fatih, vakfiye şartlarını yerine getirmeyenlere öyle bir beddua etmişti ki...” gibisinden âhların, vâhların, yakınmaların, nidâların, vesairelerin bugünkü gibi ayyuka çıktığı 2013 Kasım’ında akıl almaz bir iş etmiş, Ayasofya İmareti’ni halı müzesi yapıvermiş ve bu nevzuhur müze tantanalı bir merasimle açılmıştı!
Düşünün: Geçmiş senelerde bir yerden diğerine taşıdığınız eski halılarınızı sergileyebilmek için İstanbul’da münasip bir mekân arıyor, tarıyor, dört bir tarafı dönüp dolaşıyor ve nihayet Ayasofya’da karar kılıyorsunuz...
Ayasofya’da ibadete son verip mâbedi 1934’te müze haline getirmek ile imarethanesini halı müzesine çevirmek arasında zihniyet bakımından hiçbir fark yoktur. Meselenin bir başka tuhaf tarafı ise, imareti halılarla dolduranların ve bu kararı tasdik edenlerin arasında Ayasofya’nın yeniden cami olmasını sağlayabilmek maksadıyla senelerce konuşmuş, dil dökmüş ve hattâ mücadele etmiş kişilerin de bulunmasıdır!
YAPA YAPA DEPO YAPTILAR!
Şimdi “Halı Müzesi” hâline getirilen mekânın geçmişte ne maksatla kullanıldığı isminden belli: İmaret, yani fakir-fukaraya sevabına yemek dağıtılan yer!
Fetih sonrasının İstanbul’unda dünya kadar imaret vardı. O devirlerdeki kadar olmasa bile bugün de hayli imaret faaliyet gösteriyor; bazıları yemeği gerçi reklâm vasıtası gibi, milletin gözüne sokarcasına dağıtıyorlar ama gelenek hâlâ devam ediyor.
Ama bu imaretler içerisinde en mânâlısının, yani Ayasofya’dakinin âkıbetine bakın: Halı deposu!
Yapılan işte budur, yani koskoca bir ayıptır ve bu ayıptan dönülmesinin yolu, şimdiye kadar zaten kapı kapı dolaştırılan o halıların Ayasofya İmareti’nden başka yere taşınmasından geçer...
Gönül, mekânın asıl maksadına uygun şekilde kullanılmasını, yani orada muhtaçlara haftanın hiç olmazsa bir günü olsun sevabına birkaç kap yemek dağıtılmasını istiyor. Ama engeller aşılamıyor yahut uğraşmaya üşeniliyor ve neticede bu iş yapılamıyorsa, Fatih’in imaretinin halı deposu olmaktan kurtarılması bile şimdilik kâfidir!