Avusturya'nın bize olan tavrı hiç değişmedi: 140 sene önce verdikleri Andrassy Muhtırası'nı hortlattılar!
Avusturya Başbakanı Christian Kern ile Dışişleri Bakanı Sebastian Kurz’un bu hafta içerisinde söyledikleri ve ilişkilerimizde sıkıntı yaratan “Türkiye’nin ev ödevini yapmasını istiyoruz” şeklindeki sözlerinin aynını bir başka Avusturyalı diplomat, bundan tam 140 sene önce de söylemişti. İşte, Avusturya Dışişleri Bakanı Kont Gyula Andrassy’nin Türkiye’ye 31 Ocak 1876’da gönderdiği aynı mealdeki muhtıranın öyküsü...
Avusturya ile ilişkilerimizde üç günden buyana sıkıntı var... Gerilim, Avusturya Başbakanı Christian Kern’in Türkiye ile Avrupa Birliği arasında devam eden müzakerelere son verilmesi için Avrupalı liderlerle görüşeceğini duyurmasıyla başladı. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, bunun üzerine “Avusturya’nın radikal ırkçılığın başkenti” olduğunu söyledi, derken tartışmaya Avusturya Dışişleri Bakanı Sebastian Kurz da dahil oldu ve “Türkiye’nin ev ödevini yapmasını istiyoruz” dedi. Viyana’nın bize bu şekilde ders verme merakı yeni değildi, bundan 140 sene önce de zamanın Avusturya Dışişleri Bakanı Kont Gyula Andrassy aynı işi 31 Ocak 1876’da bir muhtıra göndererek yapmıştı. Farklılık sadece tarihte ve isimlerde idi, temelde hiçbir değişiklik yoktu ve Avusturya bizden o zaman da “ev ödevimizi yapmamızı” istemişti!
HER DENETİMDE MUTLAKA TOPRAK KAYBETTİK
İşte, tarihlere “Andrassy Muhtırası” diye geçen olayın hikâyesi: “Avrupalı olmaya” karar vermemiz üzerine Avrupa seneler boyunca müfettiş üstüne müfettiş, komisyon üstüne komisyon gönderdi, hattâ arada bir askeri birlikler ile savaş gemilerini de gönderip bazı taleplerini güç kullanarak çözmeye çalıştı, hemen her denetimden sonra mektup yahut muhtıra aldık ve mutlaka toprak kaybettik... 1876’nın 31 Ocak’ında aldığımız “Andrassy muhtırası” da bunlardan biriydi. Muhtıra, o yıllarda Hersek’te yaşanan huzursuzluklarla ilgiliydi ve muhtırayı kabul etmemizden sonra Hersek elimizden çıktı! Avrupa’nın Avrupalı olmamız karşılığında ileri sürdüğü şartlar 19. Asırdan buyana hep aynı idi: Ekonomimizi düzeltecek, azınlıkların haklarını koruyacak, kötü muameleyi yasaklayacak, vergi reformuna gidecek, uluslararası anlaşmazlıkları hakeme götürecek ve en önemlisi de bizden ne talep ederlerse hiç itiraz etmeden yerine getirecektik. Bütün bunlar olup biterken, içerisinde yeralmak istediğimiz o zamanın Avrupa’sı bir taraftan da Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk olmayan unsurlarını ayaklandırmak için elinden geleni yapmakla meşguldü. Avusturya ile Rusya, Hersek’in Türk idaresinden ayrılması için seneler boyu gizliden gizliye faaliyet gösteriyorlardı ve çabalarının semeresini 1875’in 13 Nisan’ında aldılar: Nevesinje kazasında yaşayan 300 kadar Hristiyan Bâbıâli’ye karşı ayaklandı. Bağımsızlık sözü etmiyor, sadece vergilerin ve askere gitmemek için ödedikleri bedelin azaltılmasını istiyor ve Hersek’teki güvenlik kuvvetlerinin yerli halktan meydana gelmesini, bu kuvvetlerde Türkler’in yeralmamasını talep ediyorlardı. İstanbul’un ise basireti bağlanmıştı. O zamanın hükümeti olan Bâbıâli isyanın ciddi olduğunu farketmedi ve işi sadece nasihatlerle, af vaadleriyle geçiştirmeye çalıştı. Derken isyan büyüdü, Karadağ ve Sırbistan da Avusturya ile Rusya’nın tarafını tutup isyancılara askeri yardım göndermeye başlayınca, Hersek’te kan gövdeyi götürür oldu. Rus, Alman ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun başbakanları toplandılar, “Türkiye’nin aramıza katı- labilmesi için Hersek’teki olayların sona ermesi gerekir” dediler ve Avusturya’nın Dışişleri Bakanı olan Kont Gyula Andrassy’yi Türkiye’ye hitaben bir muhtırayı kaleme almakla görevlendirdiler.
ANDRASSY’NİN BİTMEYEN İSTEKLERİ
Kont, hazırladığı muhtıra taslağını bu üç ülkenin yanısıra İngiltere, Fransa ve İtalya hükümetlerine gönderip olurlarını aldıktan sonra, 1876’nın 31 Ocak günü Bâbıâli’ye Avrupa’nın diplomatik notası olarak gönderdi. Tarihlere “Andrassy lâyihası” diye geçen muhtırada, Avrupa’nın bazı “küçük” istekleri vardı: Hersek’teki Hristiyanlara tam bir dini serbestlik verilmeli, âcil vergi reformu yapılmalı, çiftçilerin mülkiyet haklarını belirleyecek bir kadastro çalışmasına gidilmeli, Hersek’ten toplanan vergiler sadece Hersek’e harcanmalı, bütün bu reformlar Hristiyanlar ile Müslümanlar’ın teşkil edecekleri bir yerel meclis tarafından kontrol edilmeli ve Türkiye derslerine iyi çalışmalı idi!
OSMANLI-RUS SAVAŞI’NI BAŞLATAN MUHTIRA
Bâbıâli, Avrupalı olma uğruna Avrupa’nın daha önceki taleplerini de güle oynaya kabul etmişti ve Andrassy’nin muhtırasını da “Tamam, yaparız” diyerek hemen kabul ediverdik. Ama, aynı senenin 13 Mayıs’ında Berlin de bize bir başka muhtıra dayadı. Bu defa “Hersek’teki Türk birlikleri derhal geri çekilsin” diye tutturdular, aklı başına nihayet gelebilen İstanbul talebi reddetmeye kalkınca isyan büyüdü, Batı ise Hersekli Hristiyanlar’a daha fazla silâh ve mühimmat akıtmaya başladı. Bir yıl sonra tarihlere “93 Harbi” diye geçecek olan Osmanlı-Rus Savaşı çıktı, Rus ordusu Yeşilköy’e kadar geldi ve 1878’in 13 Temmuz’unda imzaladığımız Berlin Andlaşması ile, Bosna-Hersek Avusturya’nın oldu. Andrassy Muhtırası’nın üzerinden tam 140 sene geçmesine rağmen Avrupa’dan hâlâ aynı mealde mektuplar almamızın sebebi sizce ne olabilir ki?
1856’nın 30 Mart’ında bu iki madde bizi kâğıt üzerinde Avrupalı yapmıştı
Türkiyei bundan 160 sene önce, 30 Mart 1856’da resmen Avrupalı olmuş, o devrin Avrupa Birliği sayılan “Avrupa Devletleri Konseyi”ne girmişti. 1839’da ilân edilen Tanzimat memlekette birçok şeyi, özellikle düşünce yapısını ve günlük yaşayışı etkilemişti. Entari yahut kaftan yerine pantalon giyenlerin sayısı artıyor, yemekler artık masada yeniyor, hatta çatal-bıçak bile kullanılıyor ama Türkiye’yi “hasta adam” olarak gören Avrupa “Bu kadar yetmez, daha fazla reform lâzım” diyordu. Bütün bu hay-huy içerisinde 1854’e gelindi ve Kırım Savaşı patladı. Boğazlar’ın Rus tehdidi altına girdiğini gören İngiltere’yle Fransa Türkiye’nin tarafını tuttular, Rusya’ya harp ilân edildi ve Tuna boylarından Kars’a kadar uzanan sahada iki yıl boyunca devam edecek bir savaş başladı. Sonra Avusturya ve İtalya’daki küçük Piemonte hükümeti de bizim tarafımızda savaşa katıldı, 1855 Eylül’ünde Sivastopol müttefiklerin eline geçti ve hayli zorda kalan Rusya ateşkes istedi.
Barış konferansı 1856 Şubat’ında Paris’te toplanacaktı, Türkiye artık tam bir Avrupalı olacağından emindi ama konferans öncesinde müttefiklerden beklenmedik talepler gelmeye başladı: “Barıştan sonra yepyeni bir Avrupa kuracağız. Siz de bu düzende yer edinmek istiyorsanız reformlara başlayın; meselâ işkenceyi yasaklayın, azınlıklara haklarını verin, tam bir din hürriyeti sağlayın, ekonominizi düzeltin, bütün bunları yapın, sonra gelin konuşalım” diyorlardı. Türkiye, Avrupa’nın istediklerini Paris Konferansı’nın başlamasından bir hafta önce, 1856’nın 18 Şubat’ında yerine getirdi. Sultan Abdülmecid, tarihlere “Islahat Hatt-ı Humayunu” diye geçen meşhur fermanını yayınlayıp devletine daha çağdaş bir hava verdi. Ferman işe yaradı ve 25 Şubat’ta başlayıp 30 Mart’taki imza merasimiyle sona eren Paris Konferansı’nda batı dünyası Türkiye’nin “Avrupalı” olduğunu ilân etti. O devrin AB’si sayılan “Avrupa Devletleri Konseyi”ne de alındık ve resmen “Avrupalı” olduk. Ama hiçbir zaman uygulanmayan ve çıkan savaşların ardından sadece tarihte yeralan anlaşmanın yedinci maddesi bizi “Avrupalı” yapıyor, bir sonraki madde ise Türkiye’yi uluslararası anlaşmazlıklarını hakeme götürmeye mecbur ediyordu.
İşte bu maddeler:
MADDE 7: Avusturya İmparatoru, Fransız İmparatoru, Büyük Britanya ve İrlanda Birleşik Kraliçesi, Prusya Kralı, Sardunya Kralı ve Rusya İmparatoru, Osmanlı Hükümeti’nin Avrupa Devleti sayılmasını, Avrupa devletlerinin haklarından ve Avrupa Devletleri Konseyi’nden faydalanmasını kabul ettiklerini duyururlar. Bu hükümdarlardan her biri, Osmanlı Devleti’nin egemenliğine ve toprak bütünlüğüne saygı göstermeyi kabul ederlerken bu saygının devamı konusunda birbirlerine kefil olurlar. Bu kurala aykırı olan her hareket, kendileri tarafından genel çıkarlarla ilgili bir mesele şeklinde görülecektir.
MADDE 8: Osmanlı Devleti ile bu anlaşmayı imzalayan devletlerden biri veya birkaçı arasında bir anlaşmazlık çıktığı takdirde, Osmanlı tarafı ve Osmanlı ile ihtilâflı olan taraf kuvvete başvurmadan önce bu anlaşmayı imzalamış olan diğer devletlerin aracılığına başvuracaklardır.