Bu öyle bir kara propaganda ki...
On gündür Fransa’da idim...
İmparatorluğun son devrini konu alan kitaplarımdan bazılarının kaynakları sürgün nesli ile beraber Paris’e ve Nice’e taşındığı için otuz küsur senedir yılda bir yahut iki defa Fransa’ya giderim; yazmaya başladığım bir başka kitap için lâzım olan ve şimdi Fransız Dışişleri Arşivleri’nde bulunan bazı belgeleri toparlamak maksadıyla önceki hafta tekrar gittim.
Geçen seneden buyana görmediğim Fransa hayli değişmişti... Hayat pahalılığının artmış olması yahut sosyal sıkıntılar bir tarafa, asıl değişiklik Fransızlar’da idi. Şen, şakrak, gelecekten her zaman ümitli ve yaşanan dertlerin mutlaka sona ereceğine inanan Fransızlar’ın yüzleri asıktı! Kafeler, lokantalar ve bulvarlar yine dolu idi ama hüzün heryeri sarmıştı, gelecek konusunda hissedilen endişe çehrelerden belli oluyordu.
Nasıl endişe etmesinler ki? Fiyatlar yükseliyor, Paris’in en bilinen bazı mağazaları ardarda kapanıyordu, “bitti” denen kriz avaz avaz “Ben buradayım, bir yere gitmedim” diye haykırıyordu ve maaşı ile geçinenler istikbal korkusu içerisindeydi.
Bütün bunlara ilâveten terör gibi bir dert, bir yerlerde her an patlaması beklenen bombaların getirdiği korku da vardı ve dolayısı ile çok önemli gelir kaynağı olan turizm de alarm veriyordu...
DİKTATÖRLÜK OLMUŞUZ!
Ama, Fransızlar’da otuz küsur seneden buyana görmediğim bir başka değişiklik daha vardı: Aleyhimizde aylardır devam eden karalama faaliyetleri, propagandalar ve eylemler muvaffak olmuştu; bize çok daha farklı bakıyorlardı!
Türkiye sokaktaki sıradan vatandaşından akademisyenine, taksi şoföründen gazetecisine kadar onların gözünde artık başka bir memleket, daha doğrusu “diktatörlük” idi! Halk sürüm sürüm sürünmedeydi, insanlar sorgusuz-sualsiz içeri atılıyor, hattâ öldürülüyordu; rejim değişmiş, cumhuriyetin yerini bir “İslâmî dikta” almıştı, 1980’lerin İran’ından beter hale gelmiştik!
Gazetelerde ve TV’lerde yeralan böyle haberler ve yapılan yorumlar bir tarafa, sıradan Fransız bile bizi şimdi böyle görüyor ama bilmedikleri için telâffuz etmedikleri bir başka husus var: 15 Temmuz’da atlattığımız büyük dert! Diğer Avrupa memleketlerini de 15 Temmuz’da yaşadıklarımız konusunda ikna edememiş ve bilgilendirememiş olduğumuz onların gazetelerinde çıkan haberlerden zaten belli idi ama sıradan Avrupalı’nın bu konuda daha da bîhaber olduğunu Fransa’da bizzat gördüm.
Avrupa’nın bizi arasına alacağına, yani Avrupa Birliği’ne gireceğimize gerçi hiçbir zaman inanmadım, “Avrupalılaşma” yolunda gösterdiğimiz çabaları sadece vakit israfından ibaret gördüm, hattâ hakkımızda düşündüklerini de ciddiye almadım, hep “Vız gelir, tırıs gider” dedim ama bu son manzara şimdi başka bir vaziyet arzediyor: Türkiye’nin hemen her alanda “güvenilmeyecek bir memleket” olarak gösterilmesi hem yatırımları hem de turizmi temellerinden etkileyecek bir seviyeye gelince tedbir almamız, daha doğrusu aleyhimizde 15 Temmuz’dan buyana yapılan karalamalara karşı ciddî bir mücadeleye girişmemiz şart oluyor.
PROFESYONELLİK ŞART
Mesele, bu işin nasıl yapılacağı...
Devletin tanıtım kuruluşları, dışişleri vesaire vasıtası ile halletmeye çalıştığı bilgilendirmelerin maalesef bir işe yaramadığı, devam eden aleyhimizdeki propagandaların yanına bile yaklaşamadığı ortada ve şimdi tek bir yol var: Bugüne kadar eş-dost, tanıdık, ahbaplık ve ticarî ortaklık vasıtası ile kullanılan tanıtım şirketlerinin artık bir tarafa atılması, problemin dışarıdaki ciddî lobi kuruluşları ile ve tam bir profesyonellik içerisinde halledilmesi!
Bu şekildeki ciddî faaliyetlerin başka memleketlerdeki başarılı örneklerini ileride yazacağım ve şimdilik şu kadarını söyleyeyim: Avrupa’nın 12 Eylül döneminde bize nasıl baktığını yerinde ve yakından görmüştüm ama şimdi vârolan aleyhimizdeki propaganda o günlere rahmet okutacak seviyede!