Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Devlete başkaldırıp isyan edenler hakkında sorgu, soruşturma, mahkeme vesaire gibi işler ile pek fazla vakit harcanmayıp kararın hemen verildiği günlerden bir infaz örneği: 17. asırda ayaklanmaya, askerî tesisleri basmaya ve devlete silâh çekmeye kalkışanların âkıbeti İstanbul’un Eminönü semtinde kurulu olan “çengel”de son bulur, çengele geçirilen isyancılar halkın gözleri önünde yavaş yavaş can verirlerdi.

        UĞURSUZ başkaldırının üzerinden tam bir sene geçti... Nasıl bir derde uğradığımızı ve nelerden kurtulduğumuzu hatırlamak için günlerden buyana etkinlikler yapılıyor, bir taraftan da bu hain girişime katılanların yargılanmalarına devam ediliyor...

        Yargılamalarda sanıkların hemen her soruya “Bilmiyorum, haberim yok” diye cevap vermeler, duruşma salonuna üzerinde “kahraman” yazan tişört giyerek gelmeler gibisinden kalkıştıkları cür’eti de hepimiz görüyoruz...

        EMİNÖNÜ’NDEKİ KULE

        Şimdi birkaç asır öncesine gidelim ve böyle bir girişime yani ayaklanmaya, askerî tesisleri basmaya ve devlete karşı silâh çekmeye kalkışanların âkıbetlerinin ne olduğunu hatırlayalım:

        Sorgu, yargılama, vesaire gibisinden işler hemen tamamlanır ve başkaldıranlar “çengel”e gönderilirlerdi!

        Çengel, 17. asır İstanbul’unda, Eminönü Meydanı’nın ilerisindeki Odunkapısı İskelesi civarında kalın kalaslardan yapılmış kuleyi andıran bir idam vasıtası idi. Âletin üst tarafında sıra sıra çengeller vardı ve devlete silâh kullanarak başkaldırmış olan eşkıya burada idam edilirdi.

        SENELERCE YOL KESTİ

        Elleri ve ayakları bağlanan mahkûm makaralarla ahşap âletin tepesine çekilir, bir anda bırakılınca çengellerden birinin veya birkaçının üzerine saplanıp kalırdı. Bazılarının can vermesi zaman alır ve İstanbul halkı da idamı seyretmek için akın akın çengel seyrine koşardı.

        Size çengelde can veren isyancılardan birinin, 17. asırda yaşamış ve devlete başkaldırıp herkesi hayli uğraştırmış “Kara Haydar” ile oğlunun Eminönü’ndeki Odunkapısı İskelesi’ndeki çengelde ve Parmakkapı’da kurulan darağacında noktalanan kanlı öyküsü ile yaptıkları fenalıklar hakkında yazılan bir destanı anlatayım...

        Dördüncü Murad ve Sultan İbrahim zamanında yaşamış Kara Haydar adında bir eşkıya vardı. Anadolu’da seneler boyu yol kesip haraç almış, üzerine gönderilen askerleri her defasında bozguna uğratmış, şehirleri ve kasabaları basıp önüne geleni dağa kaldırmış ve hem saraya, hem de halka illâllah dedirtmişti.

        17. asırda Eminönü taraflarında kurulu olan “çengel”

        MAKAM BİLE İSTEDİ

        Kara Haydar günün birinde nihayet yakalandı ve Odunkapısı İskelesi’ndeki bu çengelde idam edildi...

        Bu defa, oğlu Mehmed dağa çıktı. Babasının kanını dava ediyor, onu ortadan kaldıranlardan intikam alacağını söylüyordu.

        Mehmed, babasına nisbetle “Haydaroğlu” diye biliniyordu ve yaptıkları babasına rahmet okutacak gibiydi. Zamanla işi daha da ileri götürdü, İstanbul Sarayı’na haber yollayıp “Beni Anadolu’da sancakbeyi ilân etmezseniz Topkapı’ya kadar gelirim haaa!” demeye başladı.

        PARMAKKAPI’DA ASTILAR

        Haydaroğlu, yakalanması için gönderilen bütün birlikleri dağıttı ve talan sahasını daha da genişletti. Üzerine bir ara o zamanın önde gelen devlet adamlarından olan İbşir Paşa yollandı, Paşa âsileri dağıttı, Haydaroğlu dağlara kaçtı ama askerin, “Bu iş halledildi, eşkiyanın kafası ezildi. Bir daha ortaya çıkamazlar” deyip geri dönmesi üzerine dağdan indi. Eskisinden daha da büyük bir çete kurdu ve işini büyüttü. Artık yol kesip kasabalardan haraç istemiyor, gidip büyük şehirlere saldırıyordu.

        Günün birinde kalkıp Afyon’u kuşattı, şehrin girişindeki kışlayı güpegündüz bastı, içerideki askerleri derdest edip götürdü ve götürdüğü askerlerden bir daha haber alınamadı.

        Kışla baskını, İstanbul’u karıştırdı. Saray ve devletin tepesindekiler, “Eşkiya artık masum askeri de dağa kaldırmaya başladı” diye konuşurlarken, Haydaroğlu Isparta’ya yürüdü ve bu defa orayı kuşattı. Halk, şehre girmemesi karşılığında ne isterse alabileceğini söyleyince Isparta’nın eteklerinde kamp kurdu ve içkinin su gibi aktığı eğlencelere daldı. Şehirdeki kuvvetler gecelerin birinde kampı bastılar, Haydaroğlu serhoş vaziyette yakalandı, adamlarının çok az bir kısmı kaçıp kurtulabildi, kaçamayanlar öldürüldü, Haydaroğlu hemen İstanbul’a yollandı ve 1649 ilkbaharında her nedense çengele geçirilmedi ve Parmakkapı’da ipe çekildi.

        1600’lü senelerde İstanbul’da yaşanmış bir askerî isyan

        KÂTİP ALİ’NİN DESTANI

        Âsinin cür’eti isyan günlerinde bile saz şairlerine de konu olmuş ve günün birinde nasıl tepeleneceğini anlatan besteler yapılmıştı...

        17. yüzyılın bu meşhur isyancı şakisi hakkındaki bestelerden biri “Kâtip Ali” adındaki bir saz şairine aitti. Beste “Haydaroğlu aklın yok mu başında / Niçin Al-i Osman’a (yani, Osmanlı’ya) âsi olursun?” diye başlıyor ve devlete daha önceleri başkaldırmış olan diğer eşkiyanın başına neler geldiğini hatırlatıyordu. Meselâ “Mehdi” nin derisi yüzülmüş, “Mânoğlu” tepelenmiş, “Kayalıoğlu” asılmış ve daha birçok âsi, o zamanın meşhur cellâdı Kara Ali’nin elinde işkencelerle can vermişti.

        Kâtip Ali, şimdi Londra’da, British Museum’daki Sloane kolleksiyonundaki 3114 numaralı elyazmasının 32.a numaralı sayfasında kayıtlı olan şarkısında Haydaroğlu’na şöyle sesleniyordu:

        “Haydaroğlu aklın yok mu başında / Niçin Âl-i Osman’a (Osmanlı’ya) âsi olursun / Her ne zulüm işledinse dünyada / Ettiklerin cümle bir bir bulursun.

        Saydederler (avlarlar) seni türlü fen ile / Kurtulmazsın nice yüz bin and ile / İlyas Paşa gibi kayd ü bend ile (ellerin kolların bağlı şekilde) / Yarın Hünkâr divanına (padişahın huzuruna) gelirsin.

        Çok âsiyi çengellere dizdiler / Mânoğlu’nun askerini bozdular / Hem Mehdi’nin derisini yüzdüler / Kayalıoğlu berdâr oldu (asıldı) bilirsin.

        Niçin oturmazsın kendi hâlinde / Şimdi sensin cümle halkın dilinde / Bilmiş ol ki Kara Ali’nin (17. asır İstanbul Sarayı’nın meşhur cellâdı) elinde / Türlü türlü azâb ile ölürsün.

        Kâtip Ali eydür (söyler) var git işine / Dar ederler gen (geniş) dünyayı başına / Karga kuzgun konar bir gün leşine / Sanma böyle yaptığınla kalırsın” (British Museum, Sloane 3114, varak: 32.a).

        Londra’da bulunan bir elyazmasındaki “Haydaroğlu” destanı ve notası

        ÇENGEL SÖZLÜĞÜ

        - ÇENGELE VURMAK:

        Geçmişin en ağır idam biçimlerinden biri idi. Devlete başkaldıran, zulüm ve hunharlık yapan ve sonradan diri olarak ele geçirilenler çengele vurulurlardı.

        Odunkapısı İskelesi civarında bulunan “çengel”, kalın kalaslardan yapılmış kulemsi bir ahşap çatı idi. Üzerinde bir sıra değişik uzunlukta ve uçları yukarı doğru kıvrık çengeler vardı. Mahkûmun adı ve işlediği ağır suçlar önceden dellâllar vasıtasıyla ilân edilir, bazı katı yürekli insanlar eğlenceye gider gibi çengel seyrine giderlerdi.

        Anadan doğma soyulan mahkûmun elleri ve ayakları sımsıkı bağlanır, cellâtlar mahkûmu makaralı iplerle çatıya kadar çeker ve bir anda çengellerin üzerine bırakırlardı. Mahkûm düşme şekline göre başından, boynundan, gövdesinden, karnından yahut bacağından çengellerden birinin veya birkaçının üzerine saplanıp kalırdı. Bazen derhal ölür, bazen de saatlerce ve hattâ günlerce feryâd ettikten sonra can verirdi (Reşad Ekrem Koçu’nun “İstanbul Ansiklopedisi”nden).

        Çengele geçirilmiş bir isyancı

        - ÇENGEL ÇİÇEĞİ:

        Çengele atılanların kanlı cesedinden kaynaklanan bir deyim. Eskiden beddua etmek için söylenir, “İşkenceyle öldürsünler, çengele atsınlar ve bir tarafından çengele saplanıp çiçek gibi sarksın” demek istenirdi (M. Zeki Pakalın’ın “Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü”nden).

        18. asır İstanbulu’nda isyan

        - ÇENGEL ÇİÇEĞİ OLASICA!:

        Eski şiirlerde sıkça rastlanan bir beddua. Meselâ 16. yüzyıl şairlerinden Sinoplu Şükrüllah, sevgilisini kaptırdığı kişiye mısralarında “Onun çengele atıldığını bana göster Yarabbi!” diye beddua eder: “Yüzüni gören istemez asmağa güvâhi / Ursan kazığa kimse dimez neydi günâhı / Bağ içre dutup ol güli kazıkladı dirler / Görem ânı çengel çiçeği olsun ilâhi” - Yüzünü görenler onu asmak için tanık bulmaya gerek bile duymaz, kazığa vurulacak olsa hiç kimse günahının ne olduğunu sormaz. O gül gibi sevgiliyi bağda kazıkladığını (!) söylüyorlar; onun çengel çiçeği olduğunu, çengele atıldığını bana göster Yarabbi!- (1896 baskısı “Lâtifi Tezkiresi”, sah: 202).

        Diğer Yazılar