Yine izzetinefis meselesi
AVRUPA Komisyonu Başkanı Jean- Claude Juncker, Alman “Bild am Sonntag” gazetesine bir makale yazmış ve “Türkiye idam cezasını getirdiği takdirde Avrupa Birliği’nin kapısı kapanır” demiş...
Bu ifadelerin Avrupa’dan senelerden buyana gelen kimbilir kaç yüzüncü tehdit yahut gözümüzü korkutmak için edilmiş kaç bininci söz olduğunu bilmemize imkân yok ama adama bu lâfları artık gözümüzü açmamız için besbelli ki Allah söyletmiş!
Junker daha neler demiş neler: Avrupa her türlü zor koşulda Türkiye’nin yanında imiş, Türkiye’ye ellerini uzatmış imişler, enerji ve güvenlik ile terörle mücadele gibi alanlarda işbirliğini adım adım derinleştirme kararı vermişlermiş, Türkiye’nin Avrupa’dan uzaklaşmasını değil yakınlaşmasını temenni ediyorlarmış, Türkiye’deki mülteciler için şimdiye kadar 1.6 milyar Euro destek vermişler, hattâ lûtfetmiş ve milyonlarca mülteciden 7 bin 600’ünü Avrupa’ya götürmüşlermiş, dolayısı ile Avrupa’nın değerlerine uymalı imişiz ve idamın geri getirilmesi hâlinde Avrupa’nın kapısı Türkiye’ye kapatılacakmış!
İDAM BİR BAHANEDİR
Buradaki asıl mesele idamın geri getirilmesi ihtimali falan değil, Avrupa’nın hemen her vesile ile Türkiye’ye gözdağı vermeye kalkışması, çocuğunu bir türlü rahat bırakmayan cadaloz bir annenin afacanı paylarcasına “Bana bak, yaramazlık edersen sana çikolata almam”, “Uslu durmazsan akşam babana söylerim”, “Bana öyle bakıp durma, hem vallahi hem billâhi seni bir daha bir yere götürmem” yahut “Çabuk bırak o elindekini, cızzz, cızzzzz!” diye çığlık çığlığa haykırıp durmasıdır! İdam tartışması haykırmak için sadece bir bahanedir, çığlıklar ve tehditler yarın bambaşka bahanelerle devam edecek, meselâ “Bana sormadan nasıl inşaat yaparsın” demeye, bir başka gün de “Vay! Benden izinsiz nefes almaya kalkarsın ha?” gibisinden saçmalamalara kadar uzanacaktır.
Bu tehditler, akıl vermeler ve sindirme çabaları ve güya dersler ile Avrupalılaşmaya kendi başımıza karar verdiğimiz 150 küsur sene öncesinden buyana hemen her an karşılaşıyoruz. Avrupa bir buçuk asırdır “gözlemci”, “raportör”, “denetçi”, vesaire unvânı ile tepemize siyasî komiserler gönderiyor, gelenler memleketin dört bir tarafında, en mahrem bölgelerde bile cirit atıyor, sonra bize akıl veriyor, rapor üstüne rapor yazıyorlar ama talepleri bir türlü bitmek bilmiyor. Her defasında burnumuza başka bir talep listesi dayıyorlar, mübarek kalemlerinden tek bir olumlu söz, lehimize tek bir rapor çıkmıyor ve her dâim “Acele etmeyin, hele şu meseleleri de bir halledin, ondan sonra tekrar görüşürüz” cevabı geliyor.
NİÇİN UYANSINLAR Kİ?
Unutmayalım: 1876’nın 31 Ocak’ında Andrassy Muhtırası’nın burnumuza dayanmasından itibaren Avrupa’nın hangi önemli talebini yerine getirdi isek, ardından mutlaka toprak kaybetmişizdir!
Memlekette çok kişi ve aklıbaşındaki siyasîler Avrupa işinin çoktan nihayete erdiğinin epeydir farkındalar ama “Vârolmamız için şarklılıktan kurtulamız şart! Avrupalılaşmazsak mahvoluruz! Rotamız bir buçuk asırdır Avrupa’dır, sapmak yok! Adamlar bizi aralarına almaya zaten mecburlar, bu iş er veya geç olacak” diye kişiliği yaralayıcı hayallere dalanlar hâlâ o bitmeyen ruyalar denizinde nâz uykularına devam etmedeler... Görmeye çalıştıkları ruya kâbusa döneli nerede ise bir asır oldu ama uyanıp da neden hayal kırıklığı yaşasınlar ve cân-ı azîzlerini niçin üzsünler ki?
Daha önce de yazmıştım: Türkçe’de şimdi “özsaygı” diye takır-tukur ve tatsız bir şekle getirdiğimiz “izzetinefis” diye bir kavram vardır ve izzetinefis sahibi bir memleket karşılaştığı bütün bu muamelelerden sonra “Ulan, çatır çatır çatırdayan o birliğinin de, senin de...” demek mecburiyetindedir!