Bizde demokrasi mi?
DÜN, Atatürk’ün 1937’de İsmet Paşa’yı başbakanlıktan azletmesi ile ilgili bazı belgeleri yayınlarken seçimle gelen yöneticinin seçimle gitmesinin Batı, özellikle de Anglo-Sakson sistemine mahsus bir kural olduğunu; bizim ve diğer Şark milletlerinin geleneklerinde böyle bir kaidenin bulunmadığını ve tarih boyunca liderin “Bırak!” dediği anda görevin bırakıldığını yazdım ve “Nasıl böyle söylersin? Demokrasilerde bu iş olur mu?” diyen dünya kadar mail aldım.
Türkiye’de sanki tıkır tıkır işleyen mükemmel bir demokrasi varmış yahut daha önce mevcutmuş da şimdi bozulmuşmuş gibi...
Sözü hiç uzatmadan, kıvırmadan ve eğip-bükmeden söyleyeyim: Demokrasi bizde sadece var gibi görünmüştür yahut biz öyle zannetmişizdir ama hiçbir zaman tam olarak mevcut olmamıştır, daha asırlar boyunca da olmayacaktır; sebep de “Şarklılığımız”, yani Batı’nın ve bilhassa Anglo-Sakson geleneklerinin mahsûlü olan demokrasinin “Haydi alalım!” demekle gelmeyeceğini idrak edemememizdir.
Demokrasiyi o kadar uğraşmamıza rağmen bir türlü inşa edemememizin sebebini tekrar hatırlatayım: Şarklı olmamız; bir Garp sistemi olan demokrasi elbisesinin geleneklerimizden, hattâ genetik denebilecek özelliklerimiz sebebi ile üzerimize bir türlü oturmaması, meselâ bir kolunun kısa kalması, belinin darlığı, yakasının yamulması yahut ilikler yanlış açıldıkları için düğmelerin aşağısında yahut üstünde olmalarıdır!
KÂBUS DA AYNI, RUYA DA...
Uyumsuzluklardan kaynaklanan bu gibi sebepler ile beraber tarihî, sosyal ve ekonomik gelişimlerini tamamlayan toplumların asırlar boyunca ağır bedeller ödemekle sahip olabildikleri sistemleri “Alıyoruz!” demekle alamayacağımızı düşünmediğimiz için Batılı mânâda demokrasiye bir türlü sahip olamadık. Ama olduğumuzu zannettik, yaşanan bazı hadiselerin demokrasi ile bağdaşmadığını görünce de “Böyle şey olmaz! Ah gözümüzün nûru demokrasi, neredesin, yetiiiiiş?” diye feryâda başladık!
Üstelik sadece demokrasi kâbusumuzdan değil, tâââ 18. asır ortalarından itibaren gördüğümüz “Batılılaşma” ruyasından da aynı çığlıklarla uyanıyoruz.
1980’lerden itibaren Avrupa sevdası ile demeç üzerine demeç verdiğimiz, kongreler, sempozyumlar düzenlediğimiz, havai fişekler attığımız, “uyum yasaları” çıkartma maratonuna girdiğimiz, yani kendi kendimize gelin-güvey olduğumuz günleri hatırlayıp şimdi bulunduğumuz nokta ile mukayese edin, kâfi...
Bir iki kanun değişikliği ile, nutuklarla ve temennilerle Batılılaşabileceğimizi düşündük, kendilerini şu anda Batılı hissedenlerimiz de mevcut ama bu işin mümkün olup olmadığını hatırımıza getirmeyip Batılılaşmayı “Avrupa’ya vizesiz gidebilmek” seviyesine indirdiğimiz için netice yine aynı oluyor; yani hüsran ve hicran!
“Hüsran”, Avrupa’ya elimizi-kolumuzu sallayarak gidebilme konusundaki hayal kırıklığımız; “hicran” da çoğumuzun plâtonik bir aşk ile bağlandıkları ama hiç görmedikleri Avrupa şehirlerine bir türlü kavuşamamanın verdiği hasretin ıstırabıdır.
DÜZELTİLİR AMA ATILAMAZ
Bu bir türlü kavuşamama imkânsızlığı üstelik sadece bize değil, bütün Yakın Şark’a mahsus bir hayal kırıklığıdır ve imkânsızlığın ardında Şark’a mahsus ve belki de genlere kadar işlemiş olan kendine mahsus âdetler, meselâ liderlik anlayışı, idare şekli, adalet sistemi ve toplumun birbiri ile ilişkileri yatar.
Peki, Şark’ın bu sistemler manzumesi öyle bir tarafa atılmayı gerektirecek kadar berbat, pespaye ve perişan bir kurallar yığını mıdır?
Yooo, birçok tarafının aşınıp bozulmuş olmasına rağmen mükemmel tarafları vardır, üstelik bize mahsus bir modeldir, yani alışkanlıklarımızın ve geleneklerimizin sistemidir, aksaklıklarının tabii ki elden geçirilmesi ve hatalarının tekerrür etmemesine çaba gösterilmesi gerekir, bunu yapmak üstelik şarttır ama sistemi bir tarafa atıp yenisini benimsemenin mümkün olamayacağını unutmadan...
Eskilerin “zehî tasavvur-ı bâtıl, zehî hayâl-i muhâl”, yani “ne kadar yanlış bir düşünce, nasıl da boş bir hayâl” dedikleri, işte bu demokrasi hülyamızdır!