Hayatta en hakiki mürşid, sansürdür!
ÜÇ hafta önce Sultan Abdülmecid’in kızı, Abdülhamid’in de kızkardeşi olan Seniha Sultan’ın 4 Mart 1924’te, yani Hilâfet kaldırılıp Osmanlı ailesi sürgüne gönderildiği sırada Reisicumhur Mustafa Kemal’e gönderdiği bir telgrafı yayınladım.
Yaşlı prenses, şimdi Cumhurbaşkanlığı Arşivi’nde muhafaza edilen telgrafında “78 yaşındayım. Odadan çıkmaya dahi gücüm yetmediğinden, alınan son karara uymam mümkün değildir. Hayattan artık bir nasibi kalmamış olan benim gibi bir ihtiyarın yaklaşan son günlerini odasında geçirmeye müsaade buyurmanızı istirham eylerim” diyordu ama talebi dikkate alınmamış ve o da sürgüne gitmeye mecbur kalmıştı.
Telgrafı yayınlamamdan hemen sonra bir mesaj ve mail yağmuru başladı: “Bu belgeyi neden yayınladın? Şimdi sırası mı? Yayınlamakla eline ne geçti? Atatürk’e hangi hakla hakaret edersin? Birilerinin ekmeğine yağ sürdüğünün farkında mısın?” gibisinden abuk-subuk, değerlendirme yeteneğinden fersah fersah uzak ve gerçeklerden doludizgin kaçmayı bir iş zannedenlerin dillere senelerden buyana pelesenk ettikleri ifadeleri ile dolu mesajlar...
Hele, neredeyse babam yaşında olan bir zamanlar futbol işleri ile meşgul olmuş adamın birinin “Bu yaşa gelmişsn, bir ayağın çukurda ama hâlâ Atatürk’e lâf ediyorsun” diye yazması yok mu!
ZAMANI ASLA GELMEYECEK!
Dün de altında Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal’in imzasının bulunduğu 1924 tarihli bir başka belge neşrettim: İstiklâl Marşı bir türlü olması gerektiği şekilde bestelenemediği için yeni bir yarışma açılmasını ve gönderilecek eserlerin Avrupa’daki konservatuvarlar tarafından değerlendirilmesini öngören bir hükümet kararını...
Mâlûm korodan, dün sabahtan itibaren yine tıngır tıngır tepkiler gelip duruyor: Bu belgeyi niçin yayınlamışım, şimdi sırası mı imiş, yayınlamakla elime ne geçmişmiş, Atatürk’e hangi hakla hakaret edermişim, birilerinin ekmeğine yağ sürdüğümün farkında mıymışım! Atatürk’ten “Mustafa Kemal” diye bahsetmemin sebebini de zaten biliyorlarmış!
Altında “Atatürk” yahut “Mustafa Kemal” imzasının bulunduğu bir belgeyi yayınlamayı “Atatürk’e hakaret” diye yorumlamak memleketteki hem kamplaşmanın, hem de 95 senelik rejimin hâlâ zayıf olduğuna inanmanın neticesidir ve kamplaşma artık işinize gelmeyen belgenin ortaya konmasına karşı çıkacak kadar şiddetlenmiştir! Bir dönem anlatılırken tarihî şahsiyetlerden o dönemdeki isimleri ile bahsetmek şart olduğu halde 1920’lerin Mustafa Kemal Paşası’na “Atatürk” denmesini istemek, üstelik yayınladığınız belgenin altındaki imza bile “Mustafa Kemal” olduğu halde “Atatürk demeye korkuyor” krizlerine girmek ise idelojik körlüktür!
BELGE CENNETİNDEKİ KÖRLÜK
Meslek hayatım boyunca, özellikle de tarih bahsinde yazdığım herşeyi mutlaka belgeye dayandırdım; zira tarihin ideoloji, yorum, yahut kalpten geçenler ve temennilerle değil, sadece belge ile yapılan bir ilim olduğuna inanırım. Türkiye’nin bir “belge cenneti” olduğunu ve aramayı bildiğiniz takdirde istediğiniz herşeyi bulabileceğinizi de hep söylemişimdir ve söylerim. Yayınladığm belgelerde ise sadece suç teşkil eden yahut hususî hayata giren kısımları sansürledim; zira bana göre aynı kanaatte olmasanız bile hâlen yürürlükte bulunan kanunlara karşı gelmek ucuz kahramanlık, özel hayatı gözler önüne sermek de edep ve terbiye dışı bir iştir!
“Zamanı gelmedi, sakın ha yayınlama!” gibisinden çığlıklara ise tâââ gençlik senelerimden buyana âşinayım. Meselâ bundan 25 küsur sene önce “Şahbaba”yı yazmaya başladığım sırada da dört bir taraftan aynı şekilde “Sakın yapma, henüz zamanı değil, biraz daha bekle” gibisinden tavsiyeler yağmıştı ama tavsiyelerin hiçbirini ciddiye almadığım için ortaya karıncakararınca birşeyler koyabildim!
Üstelik, verilen bu akıllara kulak asmamam sayesinde bir hakikatin de farkına vardım: “Henüz zamanı değil” diyenlerin sözünü ettikleri o “zaman”ın gelmesinin asla istenmediğini ve söylediklerini yaptığınız takdirde de ebediyete kadar gelmeyeceğini!
Türkiye’de bugün tarihî belge yayınlamak ama düzmecesini değil gerçeğini, hem de devletin arşivlerinde bulunan orijinal evrakı neşretmek bir kesimin gözünde muzır faaliyet hâline geldi ise, memlekette ilim de, irfan da bitmiş demektir!
Bundan sonra da aynı yolda gitmeye, yani hadiseleri “gerçek” belgelere dayanarak yazmaya devam edeceğim ama merak ediyorum: Mürşidlerin en hakikisi olan “ilim”in yerini sansür ve belge gizlemek mi aldı, ne oldu?