Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        SAPANCA’daki yavru köpeğin başına gelenler memlekette infiale sebep oldu...

        Güya bir inşaat kepçesi köpeğin bulunduğu yerde faaliyette imiş de, zavallı hayvanın dört patisini ve kuyruğunu bu kepçe götürmüş!

        Birkaç tonluk koskoca kepçe sanki önce ön, sonra arka patileri ve en nihayet kuyruğu da götürebilecek kadar hassas mı hassas bir ameliyat makinesi...

        Böyle bir kepçe hakikaten icad edildi ise bunu öyle arazide falan kullanmak günahtır, alıp ameliyathaneye konur, operatörü de başına geçirilir ve en hassas ameliyatlar neşterle değil, kepçeyle yapılır!

        Bahtsız yavrunun hayatını kurtarmaya çalışan veteriner hekimin söyledikleri de işin içinde kepçenin bulunmasının pek mümkün olmadığını gösteriyor. Hekim, kuyruğun dipten kesilmiş olmasının bazı kuşkulara sebep olduğunu anlatıyor, derken kepçe operatörü tutuklanıyor...

        Hadisenin failleri ve ayrıntıları önümüzdeki günlerde ortaya çıkacaktır ama araştırılması gereken çok önemli bir husus vardır: Hayvan sevgisini asırlar boyunca günlük hayatının değişmezlerinden biri olarak devam ettiren bu memlekette son zamanlarda hayvanlara karşı zulüm ve eziyetin gittikçe artar hâle gelmesinin sebepleri...

        CEMİL PAŞA’NIN MARİFETİ

        İmparatorluk zamanında, özellikle de 16 ile 18. asırlar arasında Türkiye’ye gelen yabancıların kaleme aldıkları seyahatnameleri okuyacak olursanız, hayvanlara karşı gösterdiğimiz şefkatten dolayı şaşkınlığa düştüklerini görürsünüz. Camilerin dış cephelerine “kuş evleri”, sokaklara da kediler için yuvalar yaptırılması, sokak hayvanlarını beslemek için maaşlı görevliler istihdam edilmesi, hattâ beygirler için haftanın bir gününün tatil ilân edilmesi Avrupalı’yı hayrete garketmededir...

        Biz, birzamanlar işte böyle idik! Üçüncü Murad 15 Şubat 1587’de İstanbul Kadısı’na hayvanlara fazla yük konmasını ve cuma günleri çalıştırılmalarını yasaklayan bir ferman göndermiş, bundan üç asır sonra, 2 Ekim 1856’da halka Üçüncü Murad’ın fermanının hâlâ yürürlükte olduğu hatırlatılıp yasaklara uymaları istenmişti...

        Bizde hayvanlara karşı devlet eli ile yapılan ilk sistematik eziyet 1910’da, İttihad ve Terakki’nin güçlenmeye başladığı günlerde başladı ve İstanbul’da 30 bin kadar sokak köpeği zamanın Belediye Reisi Cemil Paşa’nın (Topuzlu) emri ile Marmara’daki Hayırsız Ada’ya gönderilip birbirlerini parçalamaya yahut açlıktan ölmeye mahkûm edildi...

        Paşa, “80 Yıllık Hatıralarım” isimli kitabında bizzat yaptığı köpek katliamını iftihar ederek anlatır!

        HAYVAN TANIMAYAN NESİL

        Devletin giriştiği bu katliam neyse ki halkın hayvan sevgisini etkilemedi; kedilere ve köpeklere gösterilen şefkatte bir azalma olmadı. Bu şefkat günümüzde de devam ediyor, hattâ köşe başlarında artık daha çok mama kabına tesadüf edilmesi ve çantalarında kedi-köpek maması ile dolaşanların sayısının da artması hayvan sevgisinin devam ettiğini gösteriyor...

        Ama “ifrat ve tefrit” âdetimiz artık asırlardan buyana mevcut olan şefkatimizi de etkiliyor... Bir tarafta hayvan sevgisi devam ediyor ama diğer tarafta eziyet edilen, işkenceden geçirilen, yakılarak, zehirlenerek yahut boğularak katledilen, bazen de tecavüze uğrayan hayvanlar ve nihayet Sapanca’daki menfur hadise var. Bu kadar da değil: Sokakta yahut dükkânda veya misafir gittiği mekânda bir kedi yahut köpek gördüğü zaman şaşıran, “Aaaa, kedi!” diye haykıran, evde bakılan hayvanlar sanki oraya ait değil de, Hazreti Nuh’un gemisinden turistik alışveriş için karaya çıkmış mahlûkattan imişcesine “Bu sizin mi?” gibi tuhaf sorular soran garip bir nesle sahibiz!

        Ortada artık sosyologların, psikiyatristlerin ve diğer davranış bilimleri uzmanlarının çözmelerini bekleyen bir muamma vardır: Bazılarımızın hayvan gördüklerinde seri katile dönmeleri, yani “neden böyle olduğumuz” muamması...

        Diğer Yazılar