Said-i Nursî'nin cenazesi muammasının son şahidi de gitti
Hürriyet’in geçmişte uzun seneler yazıişleri müdürlüğünü yapan ve geçen hafta vefat eden Erol Türegün’ü tanımış olanlar, onu mesleğindeki titiziği ve emsalsiz zerafeti ile hatırlayacaklar. Erol Ağabey ile beraber son dönem tarihimizdeki bir muammanın; Urfa’daki kabri vefatından birkaç ay sonra, 1960 Temmuz’unda açılan Saidi Nursî’nin cenazesinin bir uçağa konarak bilinmeyen bir yere götürülmesi hadisesinin de zannedersem artık tek bir şahidi bile kalmamış oluyor. İşte, bu muammanın hatıralara dayanan öyküsü…
Erol Türegün, Hürriyet’in uzun seneler yazıişleri müdürlüğünü yapmıştı. Onunla beraber çalışma zevkini tatmış olan gazeteciler, şimdi artık maalesef mevcud olmayan Bâbıâlî geleneğinin bu zarif mensubunu geçen hafta Şakirin Camii’nden son yolculuğuna uğurladılar.
Ben ve onu tanıyan diğer meslekdaşlarım, rahmetli Erol Ağabey’i işindeki titizliği, haberin doğru verilmesinde gösterdiği özeni, özellikle de emsalsiz zerafeti ve nezaketi ile hatırlayacağız…
Erol Türegün’ün gazeteciliğinin ve efendiliğinin haricinde benim için gayet önemli bir başka özelliği daha vardı: Askerlerin 1960’ın yaz aylarında Said-i Nursi’nin Urfa’daki kabrini açarak çıkarttıkları cenazesini bilinmeyen bir yere götürmelerinin, yani elli küsur seneden buyana gündemde olan ama çözülemeyen “mezar yeri” muammasının başlangıcını bilen son şahitlerden idi…
Said-i Nursi, mâlûm, 23 Mart 1960’da Urfa’da vefat etmiş, oraya defnedilmiş, kabri anlatıldığına göre ziyaretgâh hâline gelmiş, askerler aynı senenin yaz aylarında bir gece mezarı açarak cenazeyi almış, uçağa koyup meçhul bir yere götürmüşlerdi ve sonrası da meçhuldü!
Erol Türegün, işte bu hadisenin hayattaki son şahidi idi…
Erol Türegün
O senelerde yedeksubaylığını yapıyordu, Ankara Piyade Yedeksubay Okulu’nu bitirmiş, 27 Mayıs darbesinden sonra Afyon 57. Hava Er Eğitim Taburu’na tayin edilmiş ve cenaze muammasına o sırada şahit olmuştu.
Rahmetli Erol Ağabey’in 2000’lerin başında bana ve bu konuda kendisi ile mülâkat yapan bir televizyon kanalına anlattıkları meâlen şöyle idi:
“…Aradan uzun zaman geçti ama 1960’ın Temmuz sonu olması lâzım. Bir gece Afyon’daki birlikte alarm verdiler. Şehrin dışına, havaalanı tarafına gidip tertibat aldık. Havaalanı o sırada askerî işlerde kullanılıyordu. Biz orada iken geceyarısına doğru Afyon Valisi ile beraber Uşak ve İsparta valileri de geldiler. Biraz sonra alana bir askerî uçak indi, yanına bir ambülâns yanaştı ve uçaktan aldıkları büyücek birşeyi ambülânsa koydular. Epey geride durduğumuz ve etraf da karanlık olduğu için ne koyduklarını göremedik. Valiler o sırada karargâhta toplantı halinde idiler. Bizden iki astsubay göndermemizi istediler ve giden astsubaylar ambulansla beraber havaalanından ayrıldılar.
O gece olanların üzerinde pek durmadık, sonra da unuttuk. Ama birkaç ay geçtikten sonra ambülansla giden arkadaşlardan biri bana uçaktan bir cenaze aldıklarını ve götürüp Afyon ile İsparta arasında karayoluna yakın bir yere defnettiklerini söyledi…”.
Erol Ağabey, Afyon’a uçak ile getirilen cenazenin Said-i Nursî’ye ait olduğunu hiçbir zaman kesin olarak söylemez, sadece “kuvvetli şekilde tahmin ettiğini” anlatır, “Uçakta hakikaten Said-i Nursî’nin cenazesi mi vardı, bilmiyorum. Sadece, o gece yaşadığım hadiseyi anlatıyorum” derdi. Ama, Urfa’daki kabrin açılması ve çıkartılan cenazenin uçağa konması hadisesi aynı günlerde yaşanmıştı ve uçağın Afyon’a indiği biliniyordu…
Şimdi, Said-i Nursî’nin cenazesi meselesi ile ilgili olarak bizzat şahit olduğum ve bundan birkaç sene önce de kısaca sözünü ettiğim bir konuşmayı nakledeyim:
12 NUMARALI DÜKKÂN
Bayezid’de, Sahaflar Çarşısı’daki 12 numaralı dükkânın sahibi Ekrem Karadeniz, Türk Müziği’nin ortaya bir ses sistemi koyup sistemini yüzlerce sahifelik bir kitap halinde yayınlamış son nazariyatçısı idi ve benim de musiki hocalarımdandı.
Asıl mesleği hukukçuluktu, uzun seneler Tekel Bakanlığı’nda müfettişlik yapmış ama bir teftiş seyahati sırasında göz sinirleri donmuş, o senelerde tıpta çok ileri olan Hitler Almanyası’nda tedavi görmüş fakat Alman doktorların da devâ bulamamaları üzerine malûlen emekli olmuştu….
Aslında çalışmaya pek ihtiyacı yoktu, varlıklı sayılırdı ama hem meşgalesiz kalmaması, hem de adresinin belli olması için her sabah Bayezid’de babasından kalan dükkâna gider, sahaflık yapar ve akşama kadar misafirlerini, özellikle de sık sık gelen müzisyenleri ağırlardı.
12 numaralı dükkâna seneler boyu, haftanın en az iki günü ben de gittim ve Ekrem Bey’den hem musiki nazariyatı öğrendim, hem de klasik eserler meşkettim.
Dükkâna bir gün orta yaşlı bir bey geldi. “İyi bir Osmanlı tarihi istiyorum” dedi. “Ama en mükemmeli ve en ucuzu olacak!”
Ekrem Bey sahhaflığı vakit geçirmek için yaptığı için müşteriye mutlaka birşeyler satabilme merakında değildi ve sinirlendiği zaman ters cevaplar verdiği olurdu.
“Efendi!” dedi... “Bir malın hem en kalitelisi, hem de en ucuzu nerede görülmüş? Olur mu öyle şey? Hacimli ama beş para etmez bir Osmanlı Tarihi istiyorsan, şuralarda biryerlerde ‘Tarih-i Ebu’l-Faruk” var. Koskoca kitaptır ama içi bomboştur, al onu oku!”
Müşteri birşey söylemeden kitabı aldı, sonra aradığı başka kitapların isimlerini verdi. Tam o sırada çarşının çaycısı geldi, Ekrem Bey müşteriye de çay ikram etti ve “Siz ne işle meşgulsünüz?” diye sordu.
Aldığı cevap “Korgeneralim!” oldu. “Ben, emekli Korgeneral Faruk Güventürk!”.
Yani, ismini 1958’de, Demokrat Parti iktidarına karşı ortaya çıkartılan “9 Subay Olayı” ile duyuran, 27 Mayıs Darbesi’nden sonra adından sık sık bahsettiren, bazı kitaplar da kaleme alan ve Said-i Nursî’nin cenazesini Urfa’dan meçhul bir yere naklettiği söylenen meşhur general...
Said-i Nursî, 1950’lerde bir mahkemeden çıkışında öğrencileri ile
‘TÜRK ASKERİ GÜNAYDIN DER!’
Paşa, Ekrem Hoca’nın dükkânına sonraları sık sık uğradı. Artık senli-benli olmuşlardı, fikirleri birbirlerine tamamen ters düşmesine rağmen uzun uzun sohbet ederlerdi ve Paşa’nın dükkân’da bulunduğum günlerde bazı traji-komik hadiselere de şahit oldum.
Meselâ bir gün iki askerî öğrenci geldi… Askerî öğrencilerin bellerinde o senelerde “meç” yani küçük kılıç olurdu ve yürüdüklerinde şıngır şıngır ses çıkardı. Dükkâna girdiler, “Selâmün aleyküm” deyip bir kitap sordular…
Faruk Paşa “Türk askeri ‘Selâmün aleyküm’ demez! ‘Günaydın’ veya ‘Tünaydın’ der!” diye kükredi. Gençler şaşırdılar, “Siz kimsiniz?” diye sordular, “Korgeneral Faruk Güventürk” cevabını alınca da hemen esas duruşa geçtiler!
Ekrem Bey ânında müdahale etti, öğrencilere “Siz ona bakmayın” dedi. “Artık korgeneral değildir, mütekaiddir (emeklidir). Müslüman olan ‘Günaydın’ falan demez, ‘Selâmünaleyküm’ der. Aleykümselâm çocuklar, buyurun…”.
OLACAK İŞ DEĞİL AMA…
Bahsedeceğim asıl konuşma, işte o günlerde geçti…
Ekrem Bey, Faruk Güventürk’e bir gün “Paşa” dedi, “Said-i Nursî’nin mezarını Urfa’da senin açtığın söylenir” dedi. “Hep merak ederim, cenazeyi ne yaptın, nereye defnettin?”
Güventürk Paşa’nın cevabı, aradan belki de kırk küsur sene geçmiş olmasına rağmen, sesinin tonu ile hâlâ hatırımdadır:
“Tayyareden attım!” dedi. “Urfa’dan alıp tayyareye koyduk ama nereye götüreceğim? Defnedeceğim yer Kâbe gibi olurdu, onun için tayyare havada iken kapakları açtırıp attım!”.
Sonra, Paşa ile Ekrem Karadeniz arasında bir tartışma başladı. Ekrem Bey “Yahu günahtır, Müslüman adama böyle iş edilir mi?” diyor, Paşa “Ne yani, türbesini Kâbe haline mi getirtecektim?...” diye yaptığı işin ne kadar yerinde olduğunu müdafaa ediyordu…
Güventürk Paşa o gün doğruyu mu söylemişti, veya cenazeyi hakikaten Afyon’a götürdüğü halde Ekrem Bey ile sohbet ettiği sırada meselenin aslının bilinmesini istemediği için başka türlü mü konuşmuştu, yahut yerine getiremediği tasavvurunu veya temennisini mi dile getirmişti, bilmiyorum…
Paşa’nın sözlerini seneler sonra rahmetli Erol Türegün’e naklettiğimde, Erol Ağabey “Ben böyle birşeye pek ihtimal vermem. İnsanın inancına, herşeyine aykırı bir iş” demişti…
Kabirden çıkartılan bir cenazenin kilometrelerce yüksekten fırlatıp atılması aklın da, vicdanın da kabul edebileceği bir iş değildir ama ortada cenazenin naklinden sonra hazırlanmış bir defin belgesinin de mevcut bulunmasına rağmen kabrin nereye nakledildiği hâlen muammadır…
Burada sözkonusu muammanın son şahidinin anlattıkları ile bizzat işittiğim bir konuşmayı naklettim ve temennim bu tuhaflığın bir gün son bulmasıdır.