Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Osmanlı İmparatorluğu'nun son senelerinde İstanbul'un önde gelen tekkelerinden birinde şeyhlik postuna oturmuş bir zâtın torunu, kanserli hanımını boşamasından sadece birkaç gün sonra dünyaevine girdi ve nikâh daveti havuzda sona erdi. Özbekler Tekkesi'nin postnişîni Atâ Efendi'nin torunu Ali Taran'dan bahsediyorum.

        ÜSKÜDAR'dan Sultantepe'ye uzanan yokuşu çıktığınızda yolun bitimine yakın bir yerde, sağ tarafta, kırmızı renkli koskocaman ahşap bir bina görürsünüz.

        Burası "Özbekler Tekkesi"dir. 18. yüzyılda Orta Asya taraflarından hacca gitmek için yola çıkan ve Mekke'ye İstanbul üzerinden uzanmak isteyenlerin misafir edilmeleri maksadıyla inşa edilmiş bir Nakşibendî dergâhıdır.

        Özbekler Tekkesi, 1755'te Maraş Valisi Abdullah Paşa tarafından kuruldu. 19. asırda Sultan Abdülmecid ve Abdülhamid tarafından restore ettirildi, büyütüldü ve tam teşekküllü bir dergâh hâline getirildi. Tekke, Orta Asya'dan İstanbul'a gelenlerin konakladıkları bir yer olmasının yanısıra, İstanbul'da pek bilinmeyen ve Orta Asya'ya mahsus "Ahmed Yesevî" sistemini de temsil etti.

        Tekkede zikirden ve Nakşîler'e mahsus "hatm-i hâcegân"dan sonra Ahmed Yesevî'nin doğu Türkçesi ile yazdığı şiirler ilâhi şeklinde terennüm edilir, kandil gecelerinde Çağatayca ve Uygurca ilâhiler okunurdu. Yine kandillerde, özellikle de Kadir gecelerinde içerisine et, bol havuç ve ince kıyılmış portakal kabuğunun konduğu "Özbek pilâvı" pişirilir, yemek duasından sonra dervişlere ve ziyaretçilere ikram edilirdi.

        Tekkenin kuruluşundan sonraki altıncı şeyhi olan Mehmed Sadık Efendi, zamanının önemli ebrucularından idi ve çok sayıda öğrenci yetiştirmişti. Sadık Efendi'nin büyük oğlu ve tekkenin daha sonraki şeyhi İbrahim Edhem Efendi ise, "hezârfen" yani "bin fen sahibi" diye bilinmiş ve ebruculuktan marangozluğa, oymacılıktan matbaacılığa, hattatlıktan dokumacılığa ve hattâ makineler icadına kadar çok sayıda işte üstad kabul edilmişti. 1867'de Paris'teki uluslararası fuara kendi icadı olan bir buhar makinesi ile katılan İbrahim Edhem Efendi madalya kazanmış, Dolmabahçe ve Yıldız sarayları için kumaşlar dokumuş ama bir ara Sultan Abdülhamid tarafından birkaç aylığına İstanbul'dan uzaklaştırılmıştı.

        DİRENİŞ ÖRGÜTÜNÜN ÜYESİ

        Geçici sürgünün sebebi, İbrahim Edhem Efendi hakkında verilen bir jurnal idi. İcadlarda bulunmaya ve makineler yapmaya meraklı olan İbrahim Edhem Efendi'nin "Özbekler Tekkesi'nde birkaç adet top döktüğü ve bu toplarla Yıldız Sarayı'nı havaya uçuracağı" iddia edilmiş, bu saçma jurnali ciddiye alan Sultan Abdülhamid, şeyhi "Kâbe'nin tamiri" bahanesi ile Mekke'ye gönderip İstanbul'dan uzaklaştırmıştı.

        Tekkede 1855 ile 1904 seneleri arasında, yani tam 49 sene boyunca şeyhlik yapan İbrahim Edhem Efendi, Özbekler Tekkesi'ni bir ilim ve sanat merkezi haline getirdi. O devrin önde gelen ilim adamları ve sanatçılar, tekkenin müdavimi oldular.

        Özbekler Dergâhı'nın tekkelerin 1925'te kapatılmasından önceki son şeyhi Atâ Efendi idi ve mekân onun şeyhliği sırasında, özellikle de Birinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan işgal günlerinde İstanbul'un önemli siyasî merkezlerinden biri oldu. Şeyh Atâ Efendi, işgal kuvvetleri ile mücadele için kurulmuş gizli bir teşkilât olan Karakol Cemiyeti'ne mensuptu. Kuvâ-yı Milliye'ye katılmak isteyen ve aralarında meşhur isimlerinden de bulunduğu çok sayıda kişi, Anadolu'ya Atâ Efendi'nin yardımıyla ve Özbekler Tekkesi üzerinden geçtiler.

        Atâ Efendi'nin 1936'da vefatından sonra, tekkenin başına kardeşi Necmeddin Özbekkangay geçti ama "Özbekler Şeyhi" diye bilinen Necmeddin Efendi'nin şeyhliği sembolikti, zira tekkeler artık kapatılmıştı.

        Necmeddin Efendi, tekkenin ikametgâh olarak kullandığı selâmlık kısmını bir kültür, özellikle de musiki merkezi haline getirdi. Özbekler Şeyhi'nin 1971'deki vefatına kadar Türk Müziği'nin önde gelen mensuplarının devam ettiği ve hem dinî, hem de dindışı müziğin en kalitelisinin yapıldığı yerlerden biri olan Özbekler Tekkesi'nde bugün de eskisi kadar sık olmamakla beraber bazı musiki toplantıları düzenleniyor.

        Özbekler Tekkesi sadece sanatçılar ve bilim adamları yetiştirmedi, şeyh ailesinden de tanınmış bazı isimler çıktı...

        ZORAKİ, UCUZ VE İLKESİZ

        Meselâ, Lozan görüşmelerine Ankara'nın hukuk müşaviri olarak katılan, daha sonra Türkiye'nin Washington Büyükelçiliği'ni yapan ve cenazesi 1946'da Missouri gemisi ile İstanbul'a getirilen Münir Ertegün, tekkenin meşhur şeyhi İbrahim Edhem Efendi'nin kızının çocuğu idi. Amerika'nın önde gelen plak şirketi Atlantic Records'un kurucusu Ahmet Ertegün de Münir Ertegün'ün oğlu idi ve tekkede 1983 ve 1994 senelerinde yapılan restorasyonun arkasında o vardı. New York'ta 2006'da vefat eden Ahmet Ertegün'ün Türkiye'ye getirilen naaşı, dedelerinin kabirlerinin bulunduğu Özbekler Tekkesi'ne defnedildi.

        Özbekler Tekkesi'nin şeyh ailesinden son zamanlarda tanıdık bir başka isim daha çıktı...

        Tekkenin son şeyhi Atâ Efendi'nin Bedia ve Belkıs adlarında iki kızı vardı. Şeyhin küçük kızı Belkıs, hayatını İstanbul Emniyeti'nin Birinci Şube'sinin "Polis Kemal" diye tanınan bir komiseri ile birleştirdi; büyük kızı Bedia Hanım ise, Selâhaddin Taran adında resim öğretmeni bir tarihçi ile evlendi.

        Bedia ve Selâhaddin Taran'ın iki çocukları oldu. Büyük çocuklarının ismi "Ali" idi, yani kanserli hanımından boşanmasından çok kısa bir müddet sonra önceki gün bir başka evlilik yapan ve magazin gündemimizin artık ana konusu olan Ali Taran...

        Kanserli bir kadıncağızın terkedilip bırakılması gibi bir hareketi değerlendirmeyi ve gazetelerimizin bu evlilikle ilgili olarak kullandıkları "yılın nikâhı" yahut "masal gibi düğün" gibisinden saçma sapan başlıkları bir tarafa bırakalım ve kendimize dürüstçe soralım:

        Şeyh Efendi'nin torununun köşe sahibi ama umursamaz arkadaşları olmasa ve o arkadaşları etraftan gelen tepkilere karşı "Bu onların özel hayatlarıdır, size ne?" gibisinden zoraki, ucuz ve ilkesiz savunmalar yapmasalar, efendi hazretleri öyle bir ayrılığın ardından böyle bir nikâh kıymaya acaba cesaret edebilir miydi?

        İsmet Paşa da Anadolu'ya bu tekke üzerinden gitmişti

        ÜSKÜDAR'daki Özbekler Tekkesi'nin, Millî Mücadele tarihimizde önemli bir yeri vardı. Kuvâ-yı Milliye'ye katılmak isteyen çok sayıda milliyetçi, Anadolu'ya Özbekler Tekkesi'ni merkez olarak kullanan gizli direniş teşkilâtı tarafından gönderilmişlerdi.

        Özbekler Tekkesi'nin dergâhların 1925'te kapatılması sırasındaki son şeyhi Atâ Efendi, işgal yıllarında direniş maksadıyla kurulan Karakol Teşkilâtı'nın hızlı mensuplarındandı. Şeyhliğini yaptığı tekkeyi Kuvâ-yı Milliye'ye katılabilmek için Anadolu'ya geçmek isteyenlerin ilk durağı haline getirmiş, gündüzleri şehirde dolaşarak halkı sabra davet edip zaferin mutlaka kazanılacağı konusunda iknaya çalışır, geceleri de tekkesinden Anadolu'ya geçişleri organize ederdi.

        Anadolu'ya bu Özbekler Tekkesi'ni kullanarak gidenler arasında İsmet Paşa, Mehmed Âkif Ersoy, Celâleddin Ârif Bey, Ali Fuad Cebesoy'un babası İsmail Fazıl Paşa ve Halide Edip Adıvar ile eşi Adnan Adıvar da vardı.

        Tekke sadece Kuvâyı Milliyeciler'in gizlice gidiş için kullandıkları bir mekân değil, Anadolu'ya gönderilecek silâh ve mühimmatın da depolandığı yerlerden idi. İstanbul'da işgalcilerle girişilen çatışmalarda yaralananlar da tekkeye getirilir ve tedavileri burada yapılırdı.

        İngiliz askerleri tekkeyi bir gün bastılar ve Atâ Efendi'yi tutukladılar. Anadolu ile yakın temasta olduğu hissedilen Atâ Efendi uzun zaman takip edilmişti, ancak İngilizler delil bulamadıkları için Şeyh'i birkaç gün sonra serbest bırakmak zorunda kalacaklardı.

        İşin daha da tuhaf tarafı, Atâ Efendi'yi tutuklayan İstanbul'daki İngiliz askerî istihbaratının başında bulunan ve o senelerde genç bir teğmen olan John Godolphin Bennett'in, Özbekler Tekkesi'ni yarım asır sonra "derviş" olarak ziyaret etmesi idi...

        Yiğitciğim, böyle cahillere aman ha bir daha uyma!

        YİĞİT Bulut'un büyük ihtimalle dalgınlığına gelmiş ve "tarihçi" zannettiği bir garibin bir başka gazetedeki yanlışlarla dolu yazısından dün tuhaf bir alıntı yapmış...

        İddiaya göre, İsmet Paşa döneminin başbakanı Şükrü Saracoğlu, yani Fenerbahçe'nin senelerce başkanlığını yapmış ve kulübün stadına adı verilmiş olan tek parti döneminin çok önemli ismi İstiklâl Savaşı'na katılmamış ve asker kaçağı imiş! Bunu, Demokrat Parti zamanının değişmez meclis başkanı Refik Koraltan ileri sürmüş!

        Cahilin biri böyle yazmış, bizim Yiğit de bu palavrayı gerçek zannedip köşesine aktarmış... Üstelik cahili bir güzel medhederek!

        Burada bir fotoğraf görüyorsunuz: 1949'da, Atatürk'ün Etnografya Müzesi'ndeki geçici kabrini ziyaret eden bir CHP heyetinin fotoğrafını...

        Sağ baştaki kişi, "İstiklâl Harbi'ne katılmadığı" iddia edilen eski başbakan Şükrü Saracoğlu'dur ve göğsünün sağ tarafında bir madalya asılıdır. Bu madalyaya "İstiklâl Madalyası" denir. Bakkalda, manavda yahut pazarda satılmamış, Kurtuluş Savaşı'na iştirak edenlere Meclis kararı ile verilmiştir! Yani, işgal yıllarında Ege'deki birçok direnişi organize ettiği için İstiklâl Madalyası'na lâyık görülen Saracoğlu'nun "asker kaçağı olduğu" iddiası, o günlerin siyasî didişmelerinde ortaya atılmış bir palavradan ibarettir...

        Yiğitciğim, şaka yapmak yahut başkalarını kızdırarak eğlenmek niyetiyle bile olsa, doğruları tahrif edenlere inanıp çalakalem karalamalarını kontrole gerek görmeden kullanmak, insanı işte böyle hatalara götürür! Hele hele İsmet Paşa ile hâlâ görülecek hesapları bulunduğunu zanneden bazı zavallılara başka sebeplerle de olsa yüz vermek, daha da büyük bir hatadır. Saçmalamalarına ve seni de yanıltmalarına teşekkür falan edilmez, bu cahiller sadece teşhir edilirler, o kadar!

        Diğer Yazılar