Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        LİBYA'da kıyamet kopuyor. Bu yazıyı yazdığım sırada, muhalif güçler Muammer Kaddafi'nin Trablus'taki karargâhına girmek üzereydiler ve bugün, Libya' nın 42 seneden buyana baskı, kan ve gözyaşı ile dolu tarihinde bir ihtimal yeni bir sayfa açılmış olacak.

        Kaddafi'nin aylardan bu yana TV ekranlarında boy göstermeye ziyadesiyle alışmış olan ve isyancılar tarafından tutuklandığı iddia edilen oğlu Seyfülislâm yani "İslâm'ın kılıcı" geçen pazartesi gecesi Trablus'ta ortaya çıktı ve yine bol bol konuştu. Ben, mahdum beyefendinin arz-ı endam ettiği sırada çekilmiş görüntülerini El Cezire televizyonundan takip ettim...

        Seyfülislâm çehresinde zoraki bir tebessümle yandaşlarının arasında birkaç tur attı, tekrar tekrar mâlûm zafer işaretlerini yaptı ve gazetecilerin sorularına moral düzeltici ama kaçamaktan öte birkaç cevap verdi.

        Bir gazeteci "Uluslararası mahkemelerin babanız ve sizin için tutuklama kararı vermeleri ihtimalini nasıl değerlendiriyorsunuz?" diye sorunca, Seyfülislâm tek cümlelik ve gayet kısa, Arapça bir cevap verdi: "Tuzfi'l-mahkeme ed-duveliyye"...

        Buradaki "tuz" sözü Türkçe deki bildiğimiz "tuz" idi ve cevabı kelime kelime, aynen çevirdiğimiz takdirde, cümleden "Uluslararası mahkemeye tuz!" gibisinden bir anlam çıkıyordu.

        SUNTURLU BİR KÜFÜR

        Ama, bildiğimiz "tuz"un Arap argosunda aslında başka bir mânâsı vardı ve Seyfülislâm "Bilmemne edeyim uluslararası mahkemeyi!" demişti.

        Kaddafi'nin mahdumundan bu sözü işitince, bizim "tuz"un Arap argosunda niçin bu mânâya geldiğini hatırladım ve sizlere de anlatmak istedim...

        Araplar'ın, özellikle de Mısırlı dilcilerin yazdıklarına göre, "tuz" sözü Arapça'ya Osmanlı idaresi zamanında, 16.-17. asırlarda geçmişti ve bu anlama gelmesinin sebebi de gümrük vergileri idi.

        Mısır gelirinin Osmanlı hazinesinde çok önemli bir yeri vardı ve bu gelir, üretilen malların satışının yanısıra gümrüklerden karşılanmaktaydı. Mısır imparatorluk toprağı idi ama buna rağmen diğer eyaletler ile yaptığı ithalâttan ve ihracattan vergi alınmakta, vergi oranları da genellikle yüksek tutulmaktaydı.

        En düşük vergi ise, tuzdan alınandı. Tüccarlar bu yüzden herhangi bir şey alıp sattıkları zaman mal sandıklarının üzerini tepeleme tuz ile doldurmakta, gümrükçüler kontrol için sandıkları açtıklarında tuzu gördüklerinde "Haaa, tuz! Yallah" deyip çok düşük vergi kesmekteydiler.

        "Tuz" sözü, Arap argosuna işte bu şekilde, "İşe yaramaz, lüzumsuz, vakit kaybı" anlamında girmiş ve zamanla Seyfülislâm'ın söylediği gibi "Bilmemneyime kadar!" demek olmuştu!

        Dilcilerimizin işine yarayabilir düşüncesi ile, Kahire'de 1939' da yayınlanmış olan "El Muhkem" isimli halk deyimleri sözlüğündeki "tuz" maddesini de bugün bu köşede yayınlıyorum...

        Ve netice: Bazı memleketlerin çok uzak iklimlerde olduklarını zannetmeyin; gördüğünüz gibi küfürlerinde bile hâlâ bizden izler vardır!

        ***

        ALTAYLI'DAN ALINTI

        Rahşan'ın dün hakkımda yazdıklarına cevap olarak, Fatih Altaylı'nın "Ne zaman adam oluruz?" kalıbını bir günlüğüne alıyorum ve biraz değiştirerek kullanıyorum:

        "Ne zaman yazar oluruz? Topa, okuduğumuzu anlayacak seviyeye geldiğimizde girdiğimiz zaman..."

        ***

        Askerler 'Günahtır!' deyince parkta harem-selâmlık başladı

        İstanbul'un eski belediye başkanlarından Operatör Cemil Topuzlu Paşa, 1914'teTopkapı Sarayı'nın Gülhane Parkı'nı halka açmıştı. İstanbullular'ın parkta kadınlı erkekli gruplar halinde gezmeye başlamaları ise İttihad ve Terakki'nin güçlü adamı Enver Paşa'nın sinirine dokundu ve Paşa, parkı harem-selâmlık şekline çevirdi.

        İSTANBUL'un efsanevi belediye başkanlarından Cemil Topuzlu, iki dönemde yaklaşık üç yıl süren idareciliği sırasında şehir hayatıyla ilgili olarak yaptığı yeni düzenlemelerle tarihe geçmişti. Cemil Topuzlu, İstanbul'un bugün bile en önemli gezi yerlerinden olan Gülhane Parkı'nı binbir güçlükle açmış ancak kadınlarla erkeklerin parkta beraber gezmeleri konusu büyük mesele olmuştu.

        KÖŞKE HAYRAN OLDU

        Sadrazam Ahmed Muhtar Paşa, 1912'de Cemil Paşa'yı İstanbul'un "şehreminliğine", yani belediye başkanlığına getirdi. Cemil Paşa, aslında askeri doktordu. Sadrazam, Paşa'nın Çiftehavuzlar'daki Heykelli Köşk'üne hayran olmuş, "Evini böyle süsleyen bir adam şehri de güzelleştirir" diye düşünerek belediye başkanı yapmıştı. Paşa, hatıralarında Ahmed Muhtar Paşa'nın kendisini belediye başkanlığına getirirken, "Birkaç ay önce Göztepe Feneryolu tarafında geziniyordum. Çiftehavuzlar'daki köşkünü o zamana kadar görmemiştim. Binanın mimari tarzıyla bahçenin tanzim şekli o kadar dikkatimi çekti ki, bu Avrupai köşk kimin diye meraklandım. Senin olduğunu söylediler. O zaman düşündüm ki evinin içinde ve dışında küçücük bir Avrupa yaratan adamı belediye başkanı yaparsam İstanbul'u imar eder. İşte, sadrazam olur olmaz seni bu makama getirmeyi bu yüzden düşündüm" dediğini anlatır.

        GÜLHANE PARKI'NI AÇTI

        Asıl mesleği doktorluk olan ve iki defa İstanbul'un belediye başkanlığını yapan Cemil Paşa'nın şehrin eğlence ve kültür hayatına en büyük katkılarından biri, halkın temiz hava alabilmesi için Gülhane ve Sultanahmet parklarını açmasıydı.

        O günlerde artık kullanılmayan Topkapı Sarayı'nın bugünkü Gülhane Parkı tarafında kalan bölümünün bostan tarlası ve mezbelelik olması, Paşa'nın canını sıkmaktaydı ve 1914'te Sultan Mehmed Reşad'dan, hazine arazisi olan yerin İstanbul Belediyesi'ne devredilmesini istedi.

        PADİŞAH ŞART KOŞTU

        Padişah, bu isteği "Başkalarına kötü örnek olur, sana burayı verirsem herkes hazineden bir yer istemeye başlar" diyerek geri çevirdi. Cemil Paşa, bunun üzerine İstanbul Merkez Komutanı Cemal Paşa ile İçişleri Talat Bey'i devreye sokarak araziyi aldı. Padişah, İttihad ve Terakki'nin önde gelenlerinin ısrarına karşı koyamamış ama Gülhane'yi verirken arazide kesinlikle ticari bir faaliyet yapılmaması, belediyeye herhangi bir menfaat temin olunmaması ve bahçenin sadece halkın gezmesi için park vazifesi görmesini de şart koşmuştu.

        ORTA YOL BULUNDU

        Gülhane Parkı, kısa bir süre sonra açıldı ama İttihad ve Terakki'nin önde gelenlerinden Enver Paşa, kadınlı erkekli grupların parkta beraberce gezinmesinden rahatsız oldu. Açılışın hemen ertesi günü Cemil Paşa'ya sert bir yazı gönderdi ve kadınların parka girmelerinin engellenmesini istedi. Projesinin kötüye gitmek üzere olduğunu farkeden Cemil Paşa, meseleyi halletmek için Enver Paşa ile Cemal Paşa arasındaki rekabetten faydalandı. Savaş Bakanlığı'na gitti ve o sırada toplantı yapmakta olan Cemal ve Enver Paşalar'ın karşısına çıktı. Bir orta yol bulmaya çalışırken söze karışan Cemal Paşa, "Madem ki doktor paşamız kadınların da hava almaları gerektiğini düşünüyor, onlar için ayrı bir gün tayin ederiz. Bir müddet böyle devam eder ve erkeklerle kadınların parka beraberce girmelerine de daha sonra çalışırız" dedi.

        Bu karar üzerine kadınlarla erkekler parka ayrı günlerde gitmeye başladılar ve Cemal Paşa bir ay sonra sözünü tuttu, parkta kaç-göçe son verildi.

        ***

        Hattın üstadları: Hasan Rıza Efendi

        TIRNAVA Posta Müdürü Ahmed Nazif Efendi'nin oğludur. 1849 yılında Üsküdar'da doğdu. Üç yaşındayken Şehzadebaşı'na taşındı ve Horhor'daki okula gidip gelirken orada Sucu Hüseyin ve Yahya Hilmi efendilerden ders aldı.

        Yazısını ilerlettikten sonra, akrabası aracılığıyla girdiği Mızıka-i Hümayun'da, hocası Şefik Bey'den icazet aldı. 1871 'de ölen Mızıka-i Hümayun imamı Halil Efendi'nin yerine getirildi. Cağaloğlu'nda açılan Medreset'ül Hattatin'de sülüs, nesih ve reyhani yazılarının öğretmenliğine atandı.

        Yazdığı 19 Kur'an-ı Kerim'den biri Sultan Reşad'a, diğeri Sadrazam Cevad Paşa'ya verilmiştir. Uzun yıllar oturduğu Cihangir'deki Cihangir Camii'nin, İstanköy Cami-i'nin ve Priştine Merkez Camii'nin levhaları onun elinden çıkmıştır. 17 öğrenciye icazet veren Hasan Rıza Efendi'nin, 1893'de tamamladığı bir de divanı vardır. Bu divan şimdi İstanbul Üniversitesi Yazma ve Nadir Eserler Kütüphanesi'nde bulunuyor.

        ***

        Eski iftar soframız: Kavun baklavası

        KENARLI bir tepsi az yağlanıp üzerine beş-on adet ince açılmış yufka yerleştirilir. Sonra, elle sıkılıp suyu alınmış çok tatlı kavundan kaşıkla alınıp yufkaların üzeri örtülecek şekilde düzgün bir biçimde yerleştirilir ve az yağ serpilir. Üzerine kalın bir yufka yerleştirildikten sonra fırına konur veya sac altında kızarana kadar pişirilir. Baklava şeklinde kesilir ve bal ilâve edilir. İçindeki kavunlar şekerlendiği takdirde, lezzeti daha hoş olur ve böylelikle safra hastalarına da zarar vermez (Ali Eşref Dede'nin "Yemek Risalesi"nden).

        Diğer Yazılar