Kadıköy'de çocuk vuran serhoş İngiliz'i gazete çıkartma izni ile ödüllendirmiştik
TÜRKİYE’de son haftalarda ardarda bir hayli çocuk can verdi. Kimisi evinden kaçıp havuzda boğuldu, kimisi hayatını bir sapığın elinde noktaladı, kimisi de dikkatsizlik ve tedbirsizlik yüzünden bir kuyunun yahut kamyonun kurbanı oldu...
Bir acı haber de, dün geldi: Dört ve beş yaşlarındaki iki kuzen, Bitlis’te donarak can vermişti!
İstanbul’da bundan çok seneler önce yine böyle ses getiren bir çocuk hadisesinin yaşandığını, serhoş bir İngiliz’in sebep olduğu hadisenin birkaç gün içerisinde Türkiye ile İngiltere arasında büyük bir diplomatik kavgaya sebep olduğunu, meselenin zamanın dışişleri bakanının başını yediğini, üstelik olayı çıkartan İngiliz’in de tarafımızdan ödüllendirildiğini az kişi bilir.
KOYUN OTLATAN ÇOCUK
İşte, bundan 178 sene önce yaşanan bu rezaletin öyküsü...
William Churchill adındaki bir İngiliz vatandaşı İstanbul’daki Amerikan Elçiliği’nde bir müddet konsolos yardımcılığında bulunmuş, sonra bu işi bırakıp gazeteciliğe başlamış ve bazı Avrupa gazetelerinin İstanbul muhabiri olmuştu.
İleri derecede miyop ve alkole düşkün olan Churchill, Kadıköy’de oturuyordu. 8 Mayıs 1836 günü bazı misafirleri ile saatlerce içti, sonra o kafa ile ava çıkmaya karar verdi, yanına dostlarını, oğlunu ve tüfeğini alarak halkın mesire yeri olarak kullandığı mahallelerin arasındaki bir çayıra gitti ve hadise orada yaşandı: Uzağı iyi göremeyen Churchill çalıların önünde koyunlarını otlatan bir çocuğu av hayvanı zannederek vurdu ve kıyamet koptu!
MAHALLELİDEN DAYAK YEDİ
Etraftan yetişenler ağır yaralanan çocuğa hemen müdahale ettiler ve elinden silâhını aldıkları Churchill’i de hırpaladılar. Serhoş İngiliz ne yaptığının hâlâ farkında değildi, “Bu çocuk neden önüme çıktı? Burada ne işi var?” diye küstahça sözler edince yeniden bir güzel dayak yedi, sonra da hadise yerine gelen zabıtalara teslim edildi.
Zabıtalar, Churchill’i Kadıköy’den alıp Üsküdar’daki karakola götürdüler ama o günlerin Türkiyesi’nin başında büyük bir dert vardı: Kapitülasyonlar... Yabancılar, kendilerine kapitülasyonlarla tanınan haklar yüzünden tutuklanamıyor, her ne suç işlemiş olurlarsa olsunlar Türk mahkemelerine çıkartılamıyor, konsolosluklarına teslim ediliyor, yargılanmaları da konsolosluk mahkemelerinde yapılıyordu.
Churchill de kapitülasyonların verdiği bu hakları kullanmak istedi, zabıtalara “Beni hemen konsoloshaneye götürmeniz gerekir” gibisinden sözler etti ama ortada ağır yaralı bir çocuk olduğu için söylediklerine kimse kulak asmadı. Serhoş İngiliz bunun üzerine gittikçe azıttı, etrafındakilere tehditler ve hakaretler yağdırmaya başladı ama zabıtaların üzerlerine yürümeye kalkınca karakoldakilerden biri dayanamadı ve önce elindeki sopayı Churchill’in sırtına indirdi, sonra da adama tekme-tokat iyice bir girişti!
Dayak, Churchill’i sakinleştirdi ve hemen Üsküdar Kadısı’nın huzuruna çıkartıldı. Kadı, yaralanan çocuğun sağlık durumu belli oluncaya kadar karar veremeyeceğini söyledi ve İngiliz’in de o zamana kadar zindana atılmasına karar verdi. Kararından zamanın Reisülküttab’ı yani Dışişleri Bakanı Âkif Efendi’yi de haberdar etti. Âkif Efendi de Kaptan-ı Deryâ Ahmed Fevzi Paşa’nın vasıtası ile Churchill’i Tersane Zindanı’na kapattırdı.
EDEPSİZLİK ETTİ, KOVDULAR
İstanbul’daki İngiliz Elçiliği hadiseyi haber alınca daha da büyük kıyamet koptu. Elçiliğin tercümanı hemen Âkif Efendi’ye gidip Churchill’in kendilerine teslim edilmesini istedi ama Dışişleri Bakanı “İngilizler buraya iş yapmak için mi geliyorlar, yoksa adam vurmaya mı? Davanın sonuna kadar bırakmayacağız” dedi ve mahkemenin kararı olduğunu hatırlattı. Tercüman “Bu boktan ve yalan ilâma mı inanacağız? Uluslararası hukuk sizlere göre değildir, Avrupa’da sizleri zaten medenî milletler arasında kabul etmezler” diye daha da edepsizlik edince binadan kovuldu.
NİŞAN, YAĞ VE GAZETE
Elçi Ponsonby ise, 10 Mayıs 1836’da Osmanlı Hükümeti’ne bir nota vererek hem Churchill’in serbest bırakılmasını istedi, hem de “Osmanlı Dışişleri ile ilişkilerini kestiğini ama hükümet ile görüşmeye devam edeceğini” bildirdi.
Ortada o zamana kadar görülmemiş bir tuhaflık vardı: Elçi görev yaptığı memleketin Dışişleri Bakanı’nı muhatap almamasına rağmen devleti muhatap kabul ettiğini söylüyordu ama Osmanlı Hükümeti bu küstahlığa bir karşılık verememişti!
İşin içine İstanbul’daki diğer Avrupalı elçiliklerin de girip İngiltere’nin tarafını tutmaları üzerine olan Dışişleri Bakanı Âkif Efendi’ye oldu: Baskılar artınca zamanın hükümdarı İkinci Mahmud 12 Mayıs 1836’da Churchill’in serbest bırakılmasını emretti ve yine İngiliz Elçiliği’nin baskısı ile 16 Haziran’da Âkif Efendi’yi bakanlıktan azletti! İstanbul, o günlerde başının büyük derdi olan Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın Mısır’da başlattığı isyanı bastırmak için desteğini gördüğü İngiltere’yi kırmayı göze alamamıştı!
Rezalet bu kadarla da kalmadı... Hükümet, bütün bu hadiselere sebep olan William Churchill’e sarayın talimatıyla pırlanta bir nişan taktı ve 10 bin kantar zeytinyağı alma imtiyazı verdi, Churchill de bu imtiyazı 350 bin kuruşa bir Rus tüccara devretti!
OĞLU DEVAM ETTİRDİ
Kadıköy’de bir çocuğu ağır yaralayan Churchill’e verilen tavizler daha da devam etti... Hükümetten pırlantalı bir nişan ile zeytinyağı imtiyazının ardından gazete çıkartma imtiyazı da alan Churchill, hadiseden dört sene sonra Türkiye’nin ilk özel gazetesi olan “Cerîde-i Havadis”i yayınlamaya başladı, üstelik 200 adet satabilen gazetenin masraflarını karşılamakta zorlanınca yine hükümetten maddî destek sağlamaya bile muvaffak oldu! Gazetenin yayınını sonraki senelerde oğlu Richard devam ettirdi, yayının ismini değiştirip “Ruznâme-i Cerîde-i Havadis” yaptı ve o da devletten senelerce maddî destek aldı.
Türkiye’deki ilk özel gazetenin macerası işte böyledir, ağır yaralanan bir çocuğa, serhoş bir İngiliz’e ve güçsüz kalmış imparatorluğun verdiği tavizlere dayanır!
William Churchill ile “Cerîde-i Havadis”in macerasını daha ayrıntıları ile öğrenmek ve o zamanın ibret verici hadiselerinden haberdar olmak isterseniz önce üstad Orhan Koloğlu’nun seneler önce yayınladığı “Miyop Çörçil Olayı” isimli kitabını, sonra da Prof. Vahdettin Engin’in “İstanbul’da Çocuk Vuran Serhoş İngiliz’e, Ceza Yerine Gazete Çıkartma İzni Verdik” başlıklı makalesini okuyun!
Benim neslim 'kaçırılan çocuk' dendiğinde önce Aylâ'yı hatırlar
NE zaman bir çocuk kaçırılsa yahut bir çocuğun başına iş gelse, hemen 1960’lardaki “Aylâ” dramını hatırlarım...
O seneler hep Aylâ’nın bahsi ile geçmiş, aileler bizlere hissettirmeseler de, Aylâ’nın başına gelenin kendi çocuklarının da başına gelmesi endişesini içlerinde gizliden gizliye taşımışlardı..
BAKKALA GİTTİ DÖNMEDİ
Aylâ Özakar, 1955 doğumlu bir kız çocuğuydu. 1961’in 9 Ekim’inde bisküvi almak için yalnız başına evlerinin 50 metre kadar ilerisindeki bakkala gitti ve bir daha dönmedi. Türkiye’nin bir anda en çok konuşulan konusu hâline geldi, seneler boyu arandı ama bulunamadı.
BİNLERCE EL İLANI DAĞITTI
İlk söylenenler, Aylâ’yı çingenelerin kaçırdığı yolundaydı. Polis, şehrin dört bir yanında Aylâ’yı ararken babası Selahattin Özakar, çocuğunu bulabilmek için polisten de fazla ve filmlere bile taş çıkartacak bir çaba gösterdi. Kızının nerede olduğunu bildirecek olanlara 20 bin lira gibi o günlerde bir servet sayılabilecek ödül vaadetti, şehrin dört bir yanında bizzat binlerce el ilânı dağıttı ve çeribaşıları ikna edip o günlerin İstanbul’unda bolca rastlanan göçebe çingene kamplarında Aylâ’yı aradı.
Ama çocuk bir türlü bulunamadı ve ardı arkası kesilmeyen ihbarların hepsi asılsız çıktı. Hattâ, babanın felâketini kendilerine eğlence vasıtası yapan bazı vicdan düşkünleri Selahattin Özakar’a telefon ediyor, ahizeyi kız çocukların ellerine vererek “Babacığım ben Aylâ. Seni çok özledim” dedirtiyor ve akılları sıra eğleniyorlardı.
SEMBOLİK MEZAR YAPTIRDI
Aylâ’dan ümit giderek kesildi, aramalara nihayet verildi ama küçük kızın dramı hiç unutulmadı. Selahattin Özakar, seneler sonra kızı için sembolik bir mezar inşa ettirdi. İşte, ne zaman çocuk kaçırılması ile ilgili bir haber görsem hatırıma hemen Aylâ hadisesi gelir ve “Şimdi altmışına yaklaşmış olan Aylâ acaba hayatta mı?” diye hep merak ederim...
NE zaman bir çocuk kaçırılsa
yahut bir çocuğun başına iş gelse,
hemen 1960’lardaki “Aylâ” dramını
hatırlarım...
O seneler hep Aylâ’nın bahsi ile
geçmiş, aileler bizlere hissettirmeseler
de, Aylâ’nın başına gelenin
kendi çocuklarının da başına gelmesi
endişesini içlerinde gizliden
gizliye taşımışlardı..
BAKKALA GİTTİ DÖNMEDİ
Aylâ Özakar, 1955 doğumlu
bir kız çocuğuydu. 1961’in 9
Ekim’inde bisküvi almak için
yalnız başına evlerinin 50 metre
kadar ilerisindeki bakkala gitti ve
bir daha dönmedi. Türkiye’nin bir
anda en çok konuşulan konusu
hâline geldi, seneler boyu arandı
ama bulunamadı.
BİNLERCE EL İLANI DAĞITTI
İlk söylenenler, Aylâ’yı çingenelerin
kaçırdığı yolundaydı.
Polis, şehrin dört bir yanında
Aylâ’yı ararken babası Selahattin
Özakar, çocuğunu bulabilmek
için polisten de fazla ve filmlere
bile taş çıkartacak bir çaba gösterdi.
Kızının nerede olduğunu
bildirecek olanlara 20 bin lira gibi
o günlerde bir servet sayılabilecek
ödül vaadetti, şehrin dört bir
yanında bizzat binlerce el ilânı
dağıttı ve çeribaşıları ikna edip o
günlerin İstanbul’unda bolca rastlanan
göçebe çingene kamplarında
Aylâ’yı aradı.
Ama çocuk bir türlü bulunamadı
ve ardı arkası kesilmeyen
ihbarların hepsi asılsız çıktı. Hattâ,
babanın felâketini kendilerine
eğlence vasıtası yapan bazı vicdan
düşkünleri Selahattin Özakar’a
telefon ediyor, ahizeyi kız çocukların
ellerine vererek “Babacığım
ben Aylâ. Seni çok özledim”
dedirtiyor ve akılları sıra eğleniyorlardı.
SEMBOLİK MEZAR YAPTIRDI
Aylâ’dan ümit giderek kesildi,
aramalara nihayet verildi ama
küçük kızın dramı hiç unutulmadı.
Selahattin Özakar, seneler
sonra kızı için sembolik bir mezar
inşa ettirdi.
İşte, ne zaman çocuk kaçırılması
ile ilgili bir haber görsem
hatırıma hemen Aylâ hadisesi
gelir ve “Şimdi altmışına yaklaşmış
olan Aylâ acaba hayatta mı?”
diye hep merak ederim...