Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Ne derseniz deyin.... Dünyada acınacak halde olan hayvanlar ne soyu tükenmek üzere olan kutup ayı- ları, ne boynuzu için avlanan gergedanlar, ne de neredeyse bal yapmayı unutacak haldeki arılar. Gezegenimizin en zavallı varlığı insanoğlu bence. Hızla üreyen, sürekli tüketen, umursamadan kirleten, acımasızca (hareketli hareketsiz) her canlıyı katleden, gelişirken kendi kendini mahveden, yok eden, çok şey bildi- ğini iddia eden ama var olduğu müddetçe kendisine bir türlü çekidüzen veremeyen varlıklarız...

        Yeni bir haftaya, hele de bir bilim köşesine asla böylesi upuzun negatif bir cümleyle başlamak istemezdim elbette. Ama birazdan sizlerle paylaşacağım haberlere kendi “Nevaloji” yaklaşı- mımla bir göz atınca pozitif duygular hissedemedim maalesef. Bilimsel haberleri okuyup “Ha, demek ki öyleymiş” diyerek geçmek yerine ayrıntılarıyla irdeleyince ortaya çıkan tablo hakikaten hayret verici. İnsanoğlu olarak gerçekten acınacak haldeyiz. Nasıl oluyor da bilimsel bulgular “Doğru yön Mersin’e” derken bizler “tersine” gidiyoruz? Nasıl oluyor da bu kadar zeki varlıklar olarak kendi kendimize keşfettiğimiz “derhal uygulanması gereken önlemler paketleri”ni popomuzun altına yastık yapıp hiçbir şey olmamış gibi davranarak yaşantımıza devam ediyor, problemlerin kendi kendine yok olabileceğini farz ediyoruz? Daha bireysel olarak kendi iyiliğimiz için adımlar atmaktan acizken topluca atılması gereken adımlar beklemek de yanlış belki. İsterseniz kendi kendinize günde kaç defa “Sana ne”, “Bana ne” ve de “Boşver” dedi- ğinizi/duyduğunuzu bir sayıverin. Elde edeceğiniz rakama siz de şaşıracaksınız. İşte bu 3 sözcük, sahip olduğumuz mantalitenin yansımasıdır aslında. Bizleri global ısınma, sağlık sorunları, terör ve savaşlardan önce bu yaklaşımın öldürdüğüne inanıyorum. Tüm kayıpları- mıza sebep olarak ne isim verilirse verilsin, o sebebi besleyen 6-7 kökten üçü- dür “Sana ne”, “Bana ne” ve de “Boşver”ler... “Kolay olanı yaşamak”, “doğruyu uygulamaya” tercih edildiği sürece bilim yapmaya da gerek yok aslında. Sahi ne gerek var bilime? Evcilik oynar gibi yaşayalım! Bu benim doğrularım... Bu da senin doğruların... Kim demiş 2+2= 4 diye? Hem eksantrik olmak da moda! Birisi “Ak” dedi mi “Kara” diyeceksin ki gündeme gelebilesin...

        Geçen hafta California Üniversitesi bilim insanları, 30 yılı aşkın süredir dile getirilip önemsenmeyen büyük bir tehlikeyi yeni yaptıkları bir araştırmayla tekrar gündeme getirdiler: “Meyve şekeri olarak bilinen fruktozun doğal olarak (meyvelerle) alınması dışında (yani laboratuvarda elde edilip) gıda sanayii tarafından tatlandırıcı olarak kullanılması ciddi sağlık sorunlarına sebep olmaktadır. Derhal bu şekildeki kullanımı durdurulmalıdır.”

        Biraz önce bahsettiğim 2+2= 4 tarzında bir gerçek. Verilen tepki de aynen verdiğim diğer örnek gibi: “Yıllardır fruktozlu yiyecekler tüketiyoruz da ne oluyor?”

        İsterseniz bu uyarının ardındaki sebebi kısaca özetleyelim: Maalesef özellikle fruktoz açısından zengin olan mısırdan elde edilen mısır şurubu hazır keklerde, bisküvilerde, şekerlemelerde, reçellerde, çikolatada, şerbetli her türlü tatlılarda, ekmeklerde, meyve sularında, sodalarda kullanılmakta. Şeker hastalığı, kalp ve damar rahatsızlıkları, obezite, yüksek tansiyon, LDL kolesterol ve trigliserid oranlarının tırmanması ile karaciğer yağlanması, gut hastalığı, pankreas kanseri gibi birçok sağlık probleminin son 30 yıl içerisindeki artışı, fruktozun kullanım artışıyla paralellik göstermektedir.

        Yüzlerce bilimsel araştırmanı sonuçlarına bir göz gezdirildiğinde deh- şete kapılmamak elde değil. Hani şöyle büyükanne ve büyükbabalarımız gibi pancar şekerinden elde edilen sofra şekeri kullansalar bu kadar sorun olmayacak. Bilim, herkesin anlayacağı dilde nedenler, sebepler sonuçlar, çözümler sunuyor, söyledikleri anlaşılmamış olabilir diye tekrar tekrar gündeme getiriliyor; bizler ise 3 maymunu oynamaya devam ediyoruz.

        Maymun dedim de... Hani “Biz daha zekiyiz” diyoruz ya... Japonya’da üniversite öğrencileri ve şempanzeler arasında yapılan hafıza yarışında şempanzelerin % 80’i öğrencileri büyük bir farkla yenmiş. “Hadi ordan sen de” dediyseniz vaktiniz olduğunda internette http://adambrown.info/p/humor/monkey sayfasını ziyaret edip kendinizi bir test edin bakalım. 5 tanecik kutuda beliren rakamlara (oyunun zorluk derecesine göre) 2, 0.7, 0.4 ve 0.2 saniye baktıktan sonra yerlerini hatırlayabilecek misiniz? Sizi bilmem ama şempanzeler 0.2 saniye baksalar bile hatırlıyorlar.

        “Zeki olabilirler ama akıllı değiller” mi dediniz? O zaman bu hafta anlattığım “akıllı” bizlerin yaptıklarına bir kez daha göz atın derim.

        OMEGA-3’TEN BIR DESTEK DAHA!

        Vücuttaki bütün hücrelerin özellikle de kalp ve beyin hücrelerinin Omega-3’e ihtiyacı var. Bir tür yağ asidi olan Omega-3, hücre membranından hangi maddelerin geçeceğini belirlemekte rol oynuyor. Biraz önce fruktozun vücutta oluşturduğu zararlardan bahsettik. Geçen hafta EBioMedicine Dergisi’nde çıkan makalede, “Madem üreticiler her tatlıya fruktoz ekliyorlar ve maalesef istemeyerek de bu ürünlerden tüketiliyor, o zaman en azından hücreleri korumak açısından Omega-3 yüklü yiyecekler tüketmek, hatta (hekimlere danışarak) günlük (merküriden arındırılmış) Omega-3 hapları almak gerekiyor” deniliyor. Bu temel yağ asidi et, yumurta, süt ve süt ürünleri, balık, balık yağı, siyah pirinç, ceviz, fasulye, brokoli, semizotu ve kanola yağında bulunuyor.

        KUMAŞ DA ÖLDÜRÜR MÜYMÜŞ?

        Tenimizin değdiği kumaştan dolayı hasta olabileceğimiz hangimizin aklına gelirdi ki? Her tarafımız kumaşla kaplı. Kıyafetlerimiz, ev döşemelerimiz, yastığımız, çarşafımız, araba koltuğumuz... Hani sık sık büyüklerimizden duyuyoruz ya “Bizim zamanımızda yoktu böyle hastalıklar” diye... Haklılar! Çünkü onların zamanında şimdi biz “çok akıllıların” ürettiği garip ürünler yoktu piyasada. Yemeklere kattığımız hokus pokusları, üretti- ğimiz “beyin uyuşturan” elektronik buluşları bir kenara atın, sadece kumaş açısından düşü- nürsek eskiden yün, pamuk, ipek deyince bitiveren kumaş içeriğini periyodik tablodaki tüm kimyasalların oluşturabileceği kombinasyonlar listesi haline çeviriverdik. “Kırışmaz, rengi solmaz, yıkayınca çekmez, eskimez, yanmaz, su geçirmez, parlar, ışığın yönüne göre renk değiştirir, nefes alır, nefes verir” diyebilmek için listeye neler ekledik neler: Naylon, polyester, akrilik, asetat, teflon... Hepsi de kanser yapıcı yani karsinojenik kimyasal yapılar. Bir de yazılmayanlar var tabii: Etilen glikol, methanol, bakır bileşikleri, formaldehit, fenol, sülfirik asit, metil etil keton, hücre öldüren boyalar, merküri... Hepsini saymak için yerim yok. Liste epey uzun... Sağlık Bakanlığı yetkilileri, “Yiyeceklerin içindeki her madeyi detaylı yazma zorunluluğu” koyuyorlar da, aynı zorunluluğu “kumaşların içerdiği kimyasallar” olarak neden koymuyorlar, hep merak etmişimdir. Hastalık yapan bir kimyasalı ha ağız yoluyla ha cilt yoluyla almışım, ne fark eder? Sonuçta kan dolaşımıma katılmıyor mu? Diğer yandan sorulması gereken bir soru daha var: O kumaş- lar fabrikalarda hazırlanırken ortaya çıkan kimyasal atıklar nereye gidiyor? Elbetteki kendi yuvamıza, dünyamıza salını- yor. Suyumuz, toprağımız, diğer canlılar, “ütüsüz gömlek, ağartılmış kot, parlak don ve sutyen giyelim diye” can çekişiyorlar!

        Bilimsel dergiler, kullandığımız kumaş çeşitlerinden kaynaklanan kısırlık, cilt kanserleri, solunum rahatsızlıklarını ya da alerjik reaksiyonları anlatan çok ilginç makalelerle dolu. Söze başlarken dedim ya, böylesi bilimsel gerçekleri okudukça, anladıkça ciddi olarak insanoğlu olarak kendi kendime aynı cümleyi tekrar etmeden duramıyorum: “Pek akıllıyız pek!”

        Diğer Yazılar