7 Şubat'tan bugüne...
7 Şubat’ın sene-i devriyesindeyiz. Üç yıl önce dün, Başbakan Erdoğan’ı, başının üstünde salınacak bir Demokles kılıcına mahkûm etmek için Hakan Fidan’a bir operasyon yapılmaya çalışıldı. Oslo görüşmeleri mazeret edilerek Fidan’ı ifadeye çağıranlar aynı saatlerde Erdoğan’ın ameliyata alınacağını hesaplamışlardı. Hakan Fidan, ifadesinde görüşmeleri Erdoğan’ın emriyle gerçekleştirdiğini söyleyecek, bu durum çözüm sürecini başlamadan bitirecek ve Recep Tayyip Erdoğan’ı terör örgütüyle anlaşma ya da pazarlık yapma ithamlarının konusu haline getirecekti. Fidan ifadeye çağırma işlemi hakkında bilgilendirmek için Erdoğan’ı aradı, ulaşamadı. Ancak bu noktada bir şey oldu, Erdoğan ameliyata giderken birden eski bir dostunu ziyaret etmeye karar verdi, hastane aranarak ameliyat saati bir miktar ertelendi. Bu karar dolayısıyla Fidan’ın ısrarlı aramalarının danışmanları aracılığıyla Erdoğan’a iletilebilmesi mümkün oldu. Erdoğan haberi aldığında Fidan’a şunu söyledi: “Sakın gitme.”
Daha sonra adı “PDY”ye çıkacak olan yapı, durumu “Yahu gelseydi n’olurdu, bi çay içerdik” olarak tevil etti. Yakalama kararı çıkarmamışlar gibi.
Erdoğan, daha önceden aldığı istihbaratla yapılan girişimi bir arada analiz ettiğinde durumun ne kadar ciddi olduğunu fark etti. Daha önce de biliyordu, İlker Başbuğ’un tutuklu yargılanmasına yaptığı itiraza çorap söküğü gibi gelen cevaplar, konutlarda bulunan böcekler, psikolojik ve siyasi operatörlerin “Uludere MİT’in işiydi” çıkışları, hedeflenen sonucu yeterince açık etmişti. 7 Şubat tam da bu türden bir silsilenin halkasıydı. Ne anlama geldiğini görmemek imkânsızdı.
Erdoğan yapının el attığı bütün dosyaları yeniden gözden geçirmeye başladı. Ergenekon, Balyoz davaları, referandum, HSYK’nın yeniden düzenlenmesi, emniyette ve yargıda yapılan değişimler, Milli Eğitim’de, TİB’de, TÜBİTAK’ta, BDDK’da ve dahası ne kadar kritik kurum varsa hepsinde gerçekleştirilmiş olan yağmur gibi kadrolaşma. Görünenin dışında başka bir ajanda, başka bir pattern olduğu anlaşılıyordu.
Özel yetkili mahkemelerin kaldırılması böyle bir idrakin sonucu. Bazı kadrolardaki değişimler hakeza. Ancak yetmezdi ve yetmedi de. Lakin Cemaat ve AK Parti tabanının kaynaşmışlığı, Cemaat’in eğitim faaliyetleri ve yapıdan habersiz, sohbet halkalarında yer alan temiz insanların iyi işler de yapıyor oluşu, atılacak adımların masum ve ihlaslı kişileri kıracağı ve daha kötüsü canavara çevirebileceği öngörüsü ve “merhamet”, Erdoğan’ı daha nitelikli hamleler yapmaktan alıkoydu. Başka bir açıklaması olduğunu düşünmüyorum. Nitekim ittifak bozulduğunda elf sandıklarımızın içinden ork çıktığını da gördük, ailelerin birbirine düştüğünü de.
Gelgelelim, 2012’deki sessiz veto ve ölçülü tepki, paralel yapıyı daha da kışkırttı. Öyledir zaten. Kendisini dev aynasında görenler, muhataplarının yapabileceği hamleyi “yapmamayı tercih ettiğini” düşünmezler, “yapmaya gücünün yetmediğini” varsayarlar.
17-25 ARALIK DEĞİL 20-25 MART OLACAKTI
“Devlet zaten biziz, ne bekliyoruz ki?” diye düşündüler. Harekete geçtiler.
Tahminim odur ki, 17-25 Aralık girişimini 25 Mart, hadi bilemedin 20 Mart olarak tasarlamışlardı.
Yerel seçimden bir hafta önce tapeler, gözaltına almalar, tutuklamalar yoluyla büyük bir fırtına koparılacak, halk yanıltılacak, ne olduğunu anlamadan sandığa gitme vakti gelecek ve AK Parti oyları azami oranda düşecek, sonuçta yine “sandık ve demokrasi” işlemiş “gibi” olacaktı.
Erdoğan’ın planın genel hatlarını haber aldığını tahmin ediyorum. Nereden geleceği bilinmeyen bir darbenin bilgisi gelmişti ama imkânlar sınırlıydı. Çünkü paralel yapı bir noktada haklıydı. Devlet, onlardı. Erdoğan’ın tek seçeneği vardı: Olanı biteni milletin görmesini sağlamak. Bu yapıyı halka şikâyet edebilmesine, kendisini anlatabilmesine yetecek kadar bir süre kazanmak.
Bu nedenle olsa gerek, o günlerde hepimize hem haksız hem mantıksız gelen “dershane” tartışmasını başlattı Erdoğan. Yapının ayağına basıldığı, menfaatine dokunulduğu anda atağa geçeceğini, tüm gücüyle saldıracağını biliyordu. Nitekim öyle de oldu. Onlar saldırdı, Erdoğan da millete gidip durumu tercüme etti, dertleşti, içini döktü, gizli saklı bırakmadı. Yaptığı devlet terbiyesine, usule adaba uymuyordu, hatta düpedüz “anarşist” tavrıydı. Ama milletin devletini korumak için devletin devletçiliğini perdahlayan zarafet kurallarına çizik atmayı gerektiren zamanlar vardır. Öyle bir zamandı.
Ve şimdi buradayız.