Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        ÇOCUKTUM ve 20’li yaşlarında olan insanlar bile bana “amca” gibi görünmekteydi. Sıcak bir yaz günü o amcalardan biri, beşinci kattaki evimizin merdivenlerini hızlıca tırmanmış, kapımızı dövmekteydi. “Kim o?” diyen annemin sesi, “Ne olursunuz kapıyı açın” diye yalvaran bir erkeğin sesine karıştı. Annem kapıyı açtığında bana kocaman gelen ama soluk soluğa kaldığı için çaresiz görünen “amcanın” yakaran gözleriyle karşılaştık. “Beni içeri alın lütfen, yoksa öldürecekler” diyordu.

        12 Eylül darbesinden bir buçuk yıl kadar önceydi.

        Annem, hayır demek için çok geç kaldığının bilinciyle değil, hayır, bir insanı kim olursa olsun o durumda bırakamayacağı için, evet, “amca”yı, yani genç adamı içeri buyur etti.

        Adama su verdik. Teşekkür etti ve içti. Nihayet göğsündeki fırtına dindi. “Çatışma oldu” dedi, “Buraya kadar kovaladılar, yakalarlarsa öldürecekler. Çok sağolun siz kapıyı açtınız ve...”

        Sonra ilave etti: “Abi ne zaman gelir?”

        Doğal olarak, derin bir sessizlik...

        En sevdiğim ekoseli-pileli eteğim, uzun saçlı bebeğim Vildan ve ben, hem amcaya hem annemize uzun uzun bakıyoruz. Tartıyoruz. Anlıyoruz ki annemiz de amca da endişeli.

        Annem, “Acaba kimlerden? Hangi taraftan? Neden ‘abi’yi soruyor? Bize bir şey yapar mı?” diye kuşkuya kapılmış. Genç adam ise gözleriyle kütüphaneyi tarıyor. 70’lerin sonuna gelmiş bir Kayseri için dev sayılabilecek kitaplık, “amca” için aynı zamanda bir veri bankası. “Kime” sığındığını ölçmeye çalışıyor. Gözleri bir şeyler arıyor. Bir ara kararan yüzü, kitaplıkta Said-i Nursi’yi ve Hüseyin Hilmi Işık’ı yan yana görünce aydınlanıveriyor. “Çok şükür abla” diyor... “Bizden sayılırsınız...”

        Derken ne zaman geleceği sorulan “abi” de geliyor “çok şükür”, yani babam. Genç “amca” anlatıyor, “abi” baba dinliyor ve nasihat ediyor. Sokağı az buçuk kolaçan edip kalkıyor sonra. Giderken babam yineliyor: “Yapmayın böyle. Kesmeyin, kırmayın birbirinizi. Bak söz verdin...”

        Doğal olarak, derin bir sessizlik...

        En sevdiğim ekoseli-pileli eteğim, uzun saçlı

        bebeğim Vildan ve ben, hem amcaya hem

        annemize uzun uzun bakıyoruz. Tartıyoruz.

        Anlıyoruz ki annemiz de amca da endişeli.

        Annem, “Acaba kimlerden? Hangi taraftan?

        Neden ‘abi’yi soruyor? Bize bir şey yapar

        mı?” diye kuşkuya kapılmış. Genç adam ise

        gözleriyle kütüphaneyi tarıyor. 70’lerin sonuna

        gelmiş bir Kayseri için dev sayılabilecek

        kitaplık, “amca” için aynı zamanda bir veri

        bankası. “Kime” sığındığını ölçmeye çalışıyor.

        Gözleri bir şeyler arıyor. Bir ara kararan yüzü,

        kitaplıkta Said-i Nursi’yi ve Hüseyin Hilmi Işık’ı

        yan yana görünce aydınlanıveriyor. “Çok şükür

        abla” diyor... “Bizden sayılırsınız...”

        Derken ne zaman geleceği sorulan “abi”

        de geliyor “çok şükür”, yani babam. Genç

        “amca” anlatıyor, “abi” baba dinliyor ve

        nasihat ediyor. Sokağı az buçuk kolaçan edip

        kalkıyor sonra. Giderken babam yineliyor:

        “Yapmayın böyle. Kesmeyin, kırmayın

        birbirinizi. Bak söz verdin...”

        Ne naif bir cümle. Ne büyük yanılgı.

        Çünkü dev gibi bir kayadır şiddet içeren toplumsal hareketler. Dağın başından ittirildiğinde yuvarlana yuvarlana düşmeye başlar. Önüne geleni ezer. Ve sahici bir engele toslamazsa, makas değiştirmesi sağlanmazsa, sönümlendirilmezse hızını daha da artırarak düşer.

        Nitekim doktor babamız, tam bir yıl sonra acil serviste, nöbetçi olduğu gece aynı amcayla bir kez daha karşılaşmıştır. Amca vurulmuştur. Bacağı çok kötü durumdadır. Babam tavsiyesinin hiç dinlenmediğini görüp ara ara fırlattığı sitemkâr bakışlarla kanamayı durdurmaya çalışırken o şöyle övünür: “Abi, keşke bir de karşı tarafın halini görebilseydin....” Yaşadığı acıya rağmen yüzüne yerleşen kurt sırıtışı, babamızı üzer. Eve geldiğinde anlatmıştı: “O çocuktan eser kalmamıştı. Garip... Bir yılda böyle bir değişim...”

        Ne çocuklardı, gençlerdi, sağcısı solcusu, yenme-yenişme ve sanki az daha kasarsa düşman gördüğünü tamamen ortadan kaldırabilirmiş yanılsamasının hırsıyla bir türbülansa kapılıp karardılar.

        Kan revan içinde hastaneye gelen, yarasını sardıran, hatta yeniden kavgaya koşmak için doktora, “Çabuk ol, çabuk” diye fırça çekenler eşliğinde kaç anne kahroldu, kaç ocak söndü.

        Darbe olduğunda “Terör bitti” diye sevindi mi insanlar? Evet sevindiler.

        Gelgelelim, sonradan ortaya çıkan ya da o günün kavruk koşullarında akla gelmeyenler ışığında bakıldığında, dönemin çoktan kadük olmuş “oh be”lerine sığınmanın anlamsızlığı ortada.

        Kenan Evren, darbe daha bir sağlam otursun, müdahale ettiğimize değsin diyerek aşağı doğru yuvarlanan kayayı durdurmayan iradenin adıdır.

        Kenan Evren’e yürekten yükselen bir sesle “Allah rahmet etsin” diyemiyorsak, bunun nedeni o kayanın “şartlar olgunlaşana” kadar yuvarlanmasına izin vermesi ve koşulları darbe için meşru gerekçe haline getirmesi ya da bu planı hayata geçirenlere eldiven olmasıdır.

        Unutmamalı ki, bugünün eline aldığı silahı bir türlü bırakamayan Kürt milliyetçilerinin militanlarını yaratan da Diyarbakır Cezaevi’ydi, 12 Eylül’dü, yani Kenan Evren’di.

        Allah taksiratını affetsin. Ama affetmezse, “Neden affetmedin?” diye sormayız.

        Diğer Yazılar