Ölü ya da diri
İç savaş bir süre önce bitmiştir. Savaştan geriye kalanların durumu da hiç parlak değildir.
Ödül avcısı John, yakaladığı kanun kaçağı Daisiy ile beraber Wyoming Dağları arasında ilerlerken karşısına başka bir ödül avcısı çıkar. Bu, cebinde Abraham Lincoln’le yazıştığı günlerden kalan bir mektupla itibar kazanan Warren adlı eski, “siyahi” bir albaydır.
Warren bir anlaşma teklif eder, birlikte seyahat ederlerse John kârlı çıkacaktır.
Yolda Red Rock’un yeni şerifi olduğunu iddia eden ve güneylilerin safında savaşmış Chris adında bir asker eskisiyle karşılaşırlar. Adam pazarlık eder ve kendilerini arabaya almaları karşılığında bir anlaşma teklif eder. Bu dağ başında insanlara biraz kahve, yahni ve huzur bahşeden Minnie’nin dükkânına giden yabancılar, arabaya kendisini de alırlarsa kârlı çıkacaklardır. Pazarlık ve restleşmelerden sonra teklifi kabul ederler.
Ancak Minnie ve yardımcıları gizemli bir biçimde ortadan kaybolmuştur. Dükkânı bir süreliğine onun için işlettiğini iddia eden biri dışında birbiriyle bağlantısız gibi davranan 3 kişi daha oraya sığınmış durumdadır. Cellat olduğunu iddia eden centilmen bir İngiliz. Gezgin bir kovboy. Ve ödül avcılığına soyunduktan sonra ortadan kaybolmuş oğlunu arayan yaşlı bir asker, yani bir güneyli daha.
John ve Warren kulübedeki insanlara güvenmezler, silahlarını teslim etmeleri karşılığında kulübede kalabileceklerini söylerler, anlaşma tamamdır. Adamlar silahlarını verir.
*
Spoiler yasağı daha film yapılmadan önce delinmiş. Senaryo basına sızmış. Tarantio yine de filmi yapmış. Türkiye’de bir süredir gösterimde. İsmi “The Hatefull Eight”.
Devam edelim...
*
Çok geçmeden ödül avcıları ve cellat arasında ceza sistemi kim tarafından gerçekleştirilirse adalet gerçekleştirilmiş olur konulu bir tartışma yapılır.
Çok geçmeden “ölü ya da diri’ ele geçirilmesi istenen kanun kaçağını “diri” teslim etmeye gayret eden John gibi ödül avcıları ile “ölü” teslim etmeyi daha güvenli bulan Warren gibi ödül avcıları arasındaki farkın önemli bir fark olduğu ortaya çıkar.
Çok geçmeden yaşlı askerin kaybolan oğlunun aslında siyah kuzeyli Albay Warren’ın peşine düştüğü ortaya çıkar.
Çok geçmeden Daisy’nin sıradan bir haydut olmadığı ortaya çıkar.
Çok geçmeden kimsenin kendisini tanıttığı insan olmadığı ortaya çıkar.
Çok geçmeden hepsini birbirine bağlayan başka bağlar olduğu ortaya çıkar.
Çok geçmeden her birinin hastalığa benzeyen derin bir nefretten malul olduğu ortaya çıkar.
Çok geçmeden hikâyenin tümüne eşlik eden anlaşmaların, sözleşmelerin hükümsüz olduğu ortaya çıkar.
Çok geçmeden kendilerince bir hukuk sistemi içinde cinayet işleyen adamlar ile tamamen haydutluk çerçevesinde cinayet işleyen adamlar arasında fark olmadığı ortaya çıkar.
Çok geçmeden filmde “iyi adam” olmaya en yakın duran kişi ölür.
Çok geçmeden bir Tarantino filmi için bile çok sayılabilecek oranda kan çıkar.
Çok geçmeden siyahi, eski Albay Warren’ın Abraham Lincoln mektubu “fake” çıkar. O bir umuttur. Kanunun yozlaşmadığı, siyahların itibar kazandığı, beyazların herkesin razı olduğu bir hukuk sistemini inşa ettiği bir vatanın rüyası.
Çok geçmeden yani, Tarantino’nun aslında sekiz kişinin hikâyesini anlatmadığı, Amerika’nın hikâyesini anlattığı ortaya çıkar.
Ve bütün bunlar çok uzun sürer.
*
Tarantino 3 saatlik western filmini büyük bir hikâyeyi anlatmaya adamış. Daha doğrusu büyük bir hikâyenin çöküşüne.
ABD’nin geleceğine geçmişi içinden bakarak, “iflas masası”nı kurmuş, ilan etmiş.
Büyük iddialar ve “sözleşme kültürü” üzerine kurulan bu ülke, özünde herkesin sadece kendisine, kendi klanına, kendi kanına ve kendi cebine sadık kaldığı bir ülkedir.
Bir sonraki sözleşme, ilkini hemen bertaraf eder.
Bir ittifak, diğerini hemen çöpe atar.
Burada hep daha fazlası istenir, ama iş ahlaka gelince kırıntılarıyla idare edilir.
Ve daha birçok şey.
Bence izleyin. Diyalogları, detayları, kara mizahıyla gerçek bir olgunluk dönemi eseri.
Hiçbir ciddi dalda Oscar adaylığının olmaması da sahiciliğine irtifa temin etmekte.