Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Başbakan Binali Yıldırım, AK Parti siyaset akademisinde “Irak, Suriye, Mısır gibi ülkelerle kavga etmek için nedenimiz yok” ifadesini kullandıktan sonra, AK Parti genişletilmiş il toplantısında “Eminim ki Suriye ile de normal ilişkilere döneceğiz” demişti. BBC’ye verdiği röportajın bölümleri ise çarşamba akşam saatlerinde kanalın internet sitesinde yer aldı ve orada Yıldırım şu ifadeleri kullanıyor: “Muhakkak Suriye’de bir şeyler değişmeli ama her şeyden önce Esed değişmeli. Esed değişmeden Türkiye’de hiçbir şey değişmez.” Başbakan Yıldırım’ın göreve geldiğinden beri zikrettiği dostları artırma ve “normalleşme” vurgularına “Esed gitmeli” önkabulünün teyidini eklemesi, muhtemeldir ki yeni dönemde bazı değişiklikler olacağı gerçeğini değiştirmiyor. Ama süreci yönetmenin zorluklarına dair bir farkındalığa tekabül ediyor ki, bu da iyi bir şey.

        Dün bu köşeden Suriye ile normalleşmekten kastın Esad ile normalleşmek anlamına gelmesi ihtimaline karşı sitem etmiş, son dört yıldaki iddiaların ve perspektifin yok hükmüne tahvil edilmesinin ne kadar zor olduğunu ifade etmeye çalışmıştım.

        O zorluklardan biri, hatalı olduğu düşünülen adımları onarırken gerçeklik kaybına, zemin kaybına mahal vermemek, bir devr-i sabık yaratma yanılsamasına düşmemektir. Zira on dört yıl boyunca bu partinin ve siyasi hareketin liderlik koltuğunda Recep Tayyip Erdoğan var ve hiçbir karar kendisine rağmen alınmış değil.

        Elbette şartlar değişiyor, yeni konjonktürler oluşuyor ve Türkiye, Arap Baharı ile başlayan süreçten birinci sırada etkilenen ülke olmanın bedellerini ödüyor, öderken siyaset değişikliğiyle beraber yer yer söylem değişikliği de yapmak zorunda kalıyor. Ancak dış politika ile iç politikanın fazlasıyla iç içe olduğu son üç yıl, dış politikada yapılacak dönüşümler için içeri, millete ve özellikle de tabana doyurucu açıklamalar yapmayı gerektiriyor.

        Gezi eylemlerinin Erdoğan’ı indirmeye dönüşen boyutlarının hemen ardından Mursi’ye karşı düzenlenen darbeyi ve bunun Türkiye’deki yankılarını hatırlayın. Taban uluslararası sistemin mesajını algılamış ve müstemleke basınının “kefenliler” diye alay ettiği kesimler, Erdoğan’a destek vermek için beyaz çarşaflara bürünmüşlerdi. Bu algı, milli iradeyi temsil eden yerli otorite tarafından kulak arkası edilemezdi ve edilmedi de, hatta tam tersine tahkim edildi. 17-25 Aralık yargı darbesi vücut bulduğu günlerde Türkiye’nin meşru yönetiminin maruz kaldığı saldırıların hülasası “istiklal mücadelesi” olarak tanımlandı. Neden istiklal mücadelesiydi?

        Suriye’den Afrika’ya kadar her yerde, haksız ama güçlülere karşı, haklı ama mazlum olanların yanında durmuştuk ve sadece durarak bile bazı dengelerin değişmesine neden olmuştuk da ondan. Bölgesel ve küresel egemenler çanlarını çalmaya başladığında da, ne kadar kullanışlı eldiven varsa asıl patronlarına destek vermek için sıraya girmişti. Dün Taksim isyancıları, ertesi gün paralel yapı, diğer gün ateşkesi bozup silaha sarılan PKK, ertesi gün havalimanını kana bulayan IŞİD. İsimler, yaftalar, tehlike düzeyleri değişebilirdi ama amaç Türkiye’yi hareketsiz bırakmak, iddialarından boşaltmaktı. İşte buna karşı veriyorduk istiklal mücadelesini.

        Gelgelelim bir taraftan da tuhaf şeyler oldu. Bir istiklal mücadelesi vardı, ama Erdoğan adına alan genişletme faaliyetlerinde bulunanlar, karşıtlarına sağladıkları gücün sarhoşluğuyla kendi benzerlerine, yol arkadaşlarına karşı da tahammülsüzlük geliştirdiler. Savaştaydık ve kendi cephelerini alabildiğine daraltma yoluna gittiler ve her defasında onay gördüler.

        Bu ülkeyi istiklal mücadelesine icbar eden faktörlerde tasarruf etmek, devletin ayakta kalma ve milletin refahını öncelikli dert olarak görme yükümlülükleriyle bağdaşan şeyler. Ancak “istiklal mücadelesi” sürerken yaşanan tutarsızlıklardan sonra, neyi neden değiştiriyoruz, şimdi nasıl bir yola giriyoruz bahsinde daha tatmin edici bir yönetim biçimine ihtiyaç olduğu kesin. Devlet değişiyor diye tabanın ve hatta aynı dalga boyundaki sivil toplum katmanlarının da fikir değiştireceğini sanmak hata olur. Medyayı hain-sadık ayrıştırmasına tabi tutarken bir yandan da İslamcılara sayıp söven ve yeni politikaları tahakküm diliyle savunan toplum mühendisleri enerjilerini yeni dönemin nasıl anlaşılması gerektiğine, soru ve eleştirilere karşı argüman üretmeye verirlerse daha hayırlı bir iş yapmış olurlar.

        Diğer Yazılar