Zarrab davasını 'Zarrab'a indirgemek
ÖNCE şunu hatırlayalım: Zarrab depreminin temeli ABD’nin İran’a karşı önce BM’yi harekete geçirmesi, bu yetersiz kalınca tek taraflı olarak ambargo koymasıydı. Karar hukuka ve doktrine uygun olmadığı gibi, tam olarak “Murphy’nin altın kuralı: Altını olan kuralı koyar” cinsindendi. Ne ki, İran-Zarrab- Türkiye üçgeninde altının geçiş üstünlüğü, ABD’nin petro dolar egemenliğinin başladığı yerde bitiyordu.
ABD’NİN İNTİKAMI
Türkiye ve İran, ABD’nin İran’a tek taraflı olarak koyduğu ambargo kararını deldiler. İran’a altın ihracı 53 milyon dolardan 6.5 milyar dolarlara çıktı. Ayrıca bugün artık, Zarrab’ın bu işlemleri kolaylaştıranlara bol miktarda para saçtığından kimsenin şüphesi kalmadı.
Ambargoyu delmenin “yakışıklı” bir tarafı olsa da 19 Mart 2016’da tutuklanan Reza Zarrab’dan nemalanmanın “anti emperyalist duruş” ile hiçbir ilgisi olmadığına da. Hatta denilebilir ki 2013’te iddiaları ileri süren FETÖ gibi devlette kadrolaştığı ve dış bağlantılı olduğu çoktan ifşa olmuş bir yapı olmasaydı, halk buna sandıkta tepki de verebilir, AK Parti ağır bir bedel de ödeyebilirdi. Ancak yanılmayalım: Bugün Zarrab’ı itirafçıdan çok “iftiracı” olarak kullanmak isteyen ve davayı Türkiye’yi sallama aracına dönüştüren ABD’nin derdi, bazı siyasetçilerin saatleri ya da çikolata kutuları değildir. Asıl amaç, Türkiye’nin gösterdiği ambargoyu delme gözü karalığını cezalandırma isteğidir.
Nitekim İran, cezasını çekti. Söz konusu ticareti, iktisadi cihat olarak gören Ahmedinejad’ın yerinde yeller esiyor. Silindi ve unutuldu. Yerine ABD ile barışçıl nükleer enerji üretimi anlaşmaları yapan, öfkesini ve iddiasını Suriye’de ve Irak’taki “Sünni” Müslümanlara yönlendiren bir İran geldi. ABD, nükleer enerji çalışmalarını denetleme adı altında on yıllarca hep kapalı kutu olmuş “İran’ı izleme” bir yerde “kontrol etme” hakkı elde etti. Bunların hepsi, ABD’nin ambargoyu delenlerden almaya yemin ettiği intikamın İran ayağında gerçekleşen şeylerdi.
Türkiye ayağını da gördük: 17-25 Aralık. Suriye ile terbiye edilme. IŞİD ile tehdit edilme. PYD-YPG ile tehdit edilme. 15 Temmuz. Zarrab davası. Say say bitmiyor. Erdoğan umduklarından dirençli çıktı, millet liderini seviyor sayıyor, o günlerde adı “Paralel Devlet Yapılanması” olan Gülenci yapılanmayı “milli” bulmuyordu, bu sayede bugünlere gelindi.
Yani, Türkiye dört bakanı Yüce Divan’a çıkarıp şeffaf bir yargılama yapabilseydi de bu dava olur, ABD Zarrab’ı “iftiralara ve itiraflara” zorlardı. Ama o ihtimalde Türkiye’nin eli daha güçlü olur, “Ben bu ambargoyu haksız görüyorum. Bana ve milletime göre birinde doğalgaz, petrol, diğerinde ise bu enerjinin karşılığını ödeyebilme imkânı olan iki ülke karşılıklı alışveriş yapabilmelidir. Biz de bunu yaptık, en doğal hakkımız olanı yaptık. Bu süreçten haksız kazanç sağlayanlar olduğu iddialarını da yargıya taşıdık, şeffaf ve adil bir şekilde yargılanmalarını sağladık. Size verilecek bir hesabımız yok. Kendiniz çalın, kendiniz söyleyin” diyebilirdi. Tabii teoride. Zira hükümetin operasyon yediği, emniyette ve yargıda ne miktarda FETÖ’cü olduğunun bilinmediği bir dönemde böyle bir karar almanın Türkiye’yi yıkıma sürükleyeceği de iddia edilebilir.
MESELENİN ÖZÜ CESARET
Bugünkü Zarrab davasının, 17-25 Aralık operasyonları ve 15 Temmuz darbe girişiminin ek halkası olarak gündeme getirilmiş bir dava olduğuna şüphe yok. ABD’nin cezalandırmaya konu ettiği ve bunca yol teptiği meselenin özünde Türkiye’nin kerameti kendinden menkul bir “cesaret” sergilemesi, “Dur ulan, burada biz de varız” diklenmesi var.
Bu davayı İran-Türkiye ticaretinden nemalanmaya çalışan siyasetçilere-akrabalarına rüşvet dağıttığı izlenimi veren Zarrab’ın karanlık imajına indirgemeye çalışanlar samimi değiller...