Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        FETÖ’nün gazeteci kılığındaki örgüt elemanları medyanın ekranlarını ele geçirmiş, örgütün kumpas davalarını kamuoyuna satmaya çalışırken hep aynı ifadeyi kullanıyorlardı: “Operasyonun medya ayağına da bakmak gerek.” Sürekli gazetecileri tehdit altında tutuyorlar, bir sonraki iddianamenin başka gazetecileri kapsayacağını, aralarında benim de olduğum bir dolu ismin hapse gireceğini ima ediyorlardı.

        Pardon, ima ne demek, açık açık bunu söylüyorlardı.

        Benim de FETÖ soruşturması başladığı ilk andan itibaren pozisyonum hep aynı oldu: Operasyonun medya ayağına da bakmak gerek.

        ÖRGÜT ELEMANLARI

        Gazetecilik adı altında sadece terör propagandası değil, bizzat terör faaliyeti yürüten FETÖ’cülerin teker teker aydınlatılması kaçınılmazdı.

        İlk günden beri durduğum yer bu. Sadece, çok ince bir çizgi var.

        FETÖ’nün kumpas davaları için bavuldaki belgeleri servis eden (ve büyük ihtimalle hazırlanmasına da katkıda bulunan) Tuncay Opçin ile bu belgelere kanan, bu yalanlara inanan Nazlı Ilıcak’ı ayırmak gerek. Biri bizzat operasyonun mutfağındaydı, diğerinin suçu at gözlüğü takmak, kötü gazetecilik yapmak. Örgüt elmanı Emrullah Uslu ile örgüte kanan bir Şahin Alpay’ı birmiş gibi değerlendirmek konuyu bulanıklaştırıyor.

        Aynı durum Cumhuriyet davası için de geçerli.

        Cumhuriyet Gazetesi yöneticilerine yönelik iddianamede benim geçmişteki yazılarımdan biri kanıt olarak kullanılmış. Cumhuriyet de sürekli bunu gündeme getirerek bir yandan “Bir köşe yazısından iddianame olur mu?” demeye çalışıyor, ama aynı zamanda beni de ihbarcı gibi göstermekten çekinmiyor.

        KÖTÜ GAZETECİLİK

        Son yıllarda çizgisi değişen, uyduruk tweet’lerden manşet çıkaran, Erdoğan nefretinden gözü dönen ve gazetecilik yerine habere bu nefret perspektifinden bakan bir gazete elbette eleştirilecektir. Yıllardır basını takip eden, bu konuda yazılar yazan biri olarak bu gözle görünür değişime kayıtsız kalmam olanaksızdı.

        Yazımın iddianameye neden konduğunu anlamıyor değilim, “Bakın aynı mahalleden bile bunu söyleyenler var” demek için bahane olmuş. Bu bir gurur madalyası değil benim için. Ama o yazıyı yazmış olmaktan dolayı da pişmanlığım yok. Her an, her şartta da tartışmaya hazırım. Cumhuriyet yöneticileri serbest kalsın, yine tartışırız.

        Cumhuriyet’in çizgisi kötü gazetecilikti bana kalırsa, ama bir Zaman-Samanyolu gibi örgüt evi değil orası. FETÖ’yle Cumhuriyet’i kasıt olmadan aynı çizgiye çeken ortak nefretti sadece. Ama bu hesaplaşma kamuoyu önünde olmalı, bir yargılama olacaksa bunu basın içinde yapmalı. Cumhuriyet’le ilgili konu bir gazetecilik tartışmasıdır.

        Mahkeme salonlarını ve cezaevlerini Zaman, Taraf, Samanyolu gibi yerlerde gazetecilik adına örgüt faaliyetlerine bulaşmış özel görevlilere ayıralım. FETÖ’nün meşhur manşetinde dediği gibi: Gazetecilikten tutuklanmadılar.

        #CevapHakkı

        VAHAP MUNYAR DİYOR Kİ

        Basındaki hanut gezilerle ilgili dün çıkan yazıma Hürriyet yazarı Vahap Munyar’dan itiraz geldi. Yayın yönetmenimiz Selçuk Tepeli aracılığıyla gönderdiği notta şöyle diyor Munyar:

        “Oray Eğin yazısına beni başrol oyuncusu olarak almış. Başkalarına ‘hanut gezi’ eleştirisi yaparken benim her yazıdan para aldığım gibi ağır bir ithamda bulunmuş. Bu ağır ithamı sineye çekemem. Bu ifadede ölçünün kaçtığını belirten bir düzeltme konabilir mi? Ben bugüne kadar utanılacak hiçbir şey yapmadım. İlginize teşekkürler.”

        Munyar haklı. Hakikaten de sonradan yazıya baktım, “Her yazısını okuduğunda ‘Bu sefer kimden ne almış’ diye düşünüyorum” cümlem haksız olmuş. Para aldığını ima etmek gibi bir niyetim yoktu; yıllardır tanıdığım bir gazeteci için bunu düşünemem zaten.

        Basında kimi yazıları okuduğumda bende oluşan algıyı anlatmaya çalışırken aceleye gelmiş ifadem, kastım olmadığı halde yanlış anlamalara mahal vermiş sanırım. Bu notu düşmem de zorunlu oldu.

        #DiziÖnerisi

        HERKES BUNU KONUŞUYOR

        Ben izlemedim, yedi bölüm birden yayınlansın topluca seyrederim diye bekliyordum. Açıkçası beklenti çıtam da çok yüksek değildi. Çok iyi olmayan bir romandan uyarlanmış, fazlasıyla kadın draması kokan bir diziye benziyordu uzaktan “Big Little Lies”.

        California’nın olağanüstü güzellikteki Monterey şehrinde geçmesinin dışında çekici olan diğer tarafı da oyuncu kadrosuydu. Nicole Kidman, Reese Witherspoon ve Laura Dern gibi isimler... Dünyanın en güzel kadınlarından Zoë Kravitz’i de unutmamak gerek: Babası Lenny Kravitz’dense annesi Lisa Bonet’nin (hani “Cosby Show”daki çocukluk aşkımız) kopyası adeta.

        Ama yine de “Big Little Lies”tan umutlu değildim.

        Yönetmen Jean-Marc Vallée iyi filmler çekmiş olsa da “Ally McBeal” dizisinden sonra ekranda aynı etkiyi yaratan bir iş yapamayan dizinin yaratıcısı David E. Kelley’den kuşkuluydum. Vasat bir iş çıkacak gibi hissediyordum...

        Derken üçüncü, dördüncü bölüm yayınlandı ve yavaş yavaş etrafımdan bu diziye yönelik övgüler gelmeye başladı. Kimse açık açık izlediğini söylemiyor, herkes bir yerden duyduğundan ve aslında iyi olduğundan bahsediyordu. Son yıllarda en etkili medya organı fısıltı gazetesi bu kadar yoğun çalışmamıştır herhalde.

        İşin ilginci basında da pek yazı çıkmıyor, izleyenler adeta utanıyordu ilk başlarda.

        Derken yedinci bölüm yayınlandı ve dizi bitti.

        New York Dergisi’nin TV eleştirmeni Matt Zoller-Seitz diyor ki: “Sadece Nicole Kidman’ın hikâyesi iki saatlik bir sinema filmi olsa tartışmasız Oscar alırdı.” Hayatının rolünü oynamış.

        Oyunculuğa övgü dışında dizinin HBO tarihinin klasikleri arasına girdiği de konuşuluyor şimdi. “Sopranos” ve “Game of Thrones” gibi iki diziyi yaratmış bir kanaldan bahsediyoruz, düşünün.

        Yedi bölümlük mini dizi olarak tasarlanan “Big Little Lies”ın yeni sezonunun çekileceği beklentisi de var.

        Sanırım bugünlerde oturup arka arkaya tamamını izleyeceğim.

        Diğer Yazılar