Gazetecilik ölmeye değer mi?
OKAY Gönensin kötü bir gazeteci ama iyi bir insan mıydı, yoksa iyi bir gazeteci ama kötü bir insan mı? Kalp krizinden hayatını kaybettiğini öğrendiğimden beri bir türlü yanıtını bulamadığım bir soru bu. Öyle böyle değil, neredeyse 20 yıldır tanıdığım, karşılaştığım bir Babıali figürüydü. Ölümünün yarattığı sarsıntı hâlâ geçmedi, ama ona karşı öfkem de.
Son yıllarda tek bir ayık kafalı sohbetimiz olmadığını fark ettim.
Belleğimde iki net hadise var.
2010 referandumundan sonra, adeta dekorun bir parçası olarak eksik olmadığı Yakup Meyhanesi’nde kendiliğinden oluşan bir masada tartışıyorduk. Ağzından mı kaçırdı bilmiyorum ama bir ara o referandumda “Hayır” oyu verdiğine dair muhabbet geçti. Şaşırtıcıydı, yazacağımı söyledim dalga geçerek. Defalarca düzeltmek için uğraştı, “Nereden çıkarıyorsun, tabii ki evet oyu verdim” diye tekrarladı durdu.
MEYHANE KAVGASI
Bir diğer sefer yine Yakup’ta karşılaştığımızda 100’ün üzerinde gazetecinin hapiste olduğu dönemdi. Birçok başka isme kumpas yapılıyor, televizyonlardan tutuklanmaları isteniyordu. Benim gibi onlarca gazetecinin ifade alanı elinden alınmıştı. Okay Gönensin bu konularda tek bir satır yazmak yerine Demirören’in gazete sahibi olmasının basın özgürlüğü için ne kadar önemli olduğuna dair saçma sapan yazılar yazıyordu.
Yakup’un önünden geçerken “Hiç utanmıyor musun” diye bağırmıştım. Devamı koca bir bulanıklık...
Ertesi gün Yurtsan Atakan’ın cenazesinde karşılaştık, içerlemiş belli ki. “Bir şey söyleyeceksen gel adam gibi söyle öyle, oturup konuşalım” demişti haklı olarak. Bütün bu şımarıklıklarımı bir tek ona yapabildiğimi, çünkü onun beni hep hoşgördüğünü, aramızdaki çatışmanın bir baba-oğul arasındakine benzediğini söylerdim ona. İkna olur muydu emin değilim ama hoşgörürdü.
Ne kötü bir insan ne kötü bir gazeteciydi Okay Gönensin. Oynamak zorunda kaldığı roller yüzünden ona hep kızdım ama.
Putin’i araştırırken suikasta kurban giden Anna Politkovskaya’nın arkadaşlarının ardından derlediği kitabın adı “Gazetecilik Ölmeye Değer mi?” Son yıllarda bu soruyu “Gazetecilik yapmaya değer mi” diye düşündüğüm epey zaman oldu. Suikasta kurban gitmeyen gazetecilerde türlü hastalıklar çıkıyor. İşten atılmak, davalarla uğraşmak, patronlarla edilen kavgalar, siyasetçilerin hedef göstermesi, tek bir satır için yaşanan krizler. Bütün bunlar üst üste biniyor, gazetecilik öyle ya da böyle öldürüyor.
BİR İNTİHAR
Okay Gönensin’in 40 yılda gazetecilikten ödediği bir bedel var mıydı, tartışılır. Çok parıltılı bir beyin olmasına rağmen tek bir parıltılı satır yazmaması, inatla ortada durması, özellikle göze batmaması, bir şey söyler gibi görünüp hiçbir şey söylememesiydi en büyük ustalığı.
Bana hep olduğu insanla olmak zorunda kaldığı kişi arasında sürekli çatışma yaşayan biri olduğu hissini uyandırırdı. Referandumda hayır oyu veren ama evet demiş gibi gözüken mesela...
Belki de bu yüzden durmadan içti. Onca sağlık sorununa, etrafında onu uyaran onlarca insana rağmen gerekli sağlık testlerinden geçmedi. Anjiyo olması gerekiyormuş, olmamış inatla. Görünürdeki bu güvenli pozisyon bile yeteri kadar korunaklı değilmiş işte. Okay Gönensin bu yüzden intihar etti.
‘TROLL’LERİN ZAFERİ
AMERİKA’nın en büyük romancılarından Jonathan Franzen başından beri sosyal medya düşmanlığıyla biliniyor, bu konuda yazılar yazıyor, demeçler veriyor. En büyük itirazı sosyal medyada ekstrem davranış biçiminin ödüllendirildiği. Bu yüzden de özellikle Twitter’dan uzak duruyor.
Kırk yılda bir tweet atan Cem Yılmaz’ın sosyal medyaya vedası Franzen’ın tezinin haklılığını gösteriyor adeta. Çok güzel bir iletişim aracı olabilecekken “troll”lerin hâkimiyetine girdi sosyal medya. Sonunda onlar kazandı, Cem Yılmaz kaçtı.
BABIALİ KUŞAĞI YOK OLUYOR
BEĞENELİM beğenmeyelim, kızalım ya da sevelim Babıali’nin birtakım önemli figürleri vardı. Genç gazetecilerin bazen özendiği, bazen kızdığı, ama hep bir yerlerde duran isimler...
Bir basın geleneğidir, genç gazeteciler kendilerinden bir önceki kuşağa “ağabey” der...
Okay Gönensin bir ağabeydi. İlla insanın işinin düşmesi, bir faydası olması gerekmezdi. Ama arasanız oradaydı, telefonun ucundaydı, kırk yılın başında da bir işiniz düşse muhataptı.
Babıali’nin ağabeylerinin bir özelliği de arada sırada tavsiyelerde bulunur, yol gösterirlerdi. “Kısa yaz, bol paragraf kullan” gibi hâlâ uyamadığım tavsiyelerin yanı sıra 40 yıldır belli bir konumda kaldıkları için koridor diplomasisi konusunda uzmandılar en başta...
Arkadaşlarımız, ağabeylerimiz, dostlarımız giderek aramızdan ayrılıyor. Kimi beklenmedik bir şekilde, kimi yaşı geldiğinde... Ama şu listeye bakar mısınız?
Hasan Pulur, Doğan Heper gibiler bir yana...
Ufuk Güldemir, Mehmet Ali Birand, Turan Yavuz, Yavuz Gökmen, Reha Mağden, Yurtsan Atakan gibi dünyadan erken ayrılan gazeteciler...
Ercan Arıklı, Cem Şaşmaz gibi yöneticiler...
Bir de ölmeseler bile dışarıda bırakılanlar, bir anlamda ölüme terk edilenler var. Künyeler değişirken, medya koridorları da değişiyor. Yerlerine gelenlerin çoğunu tanımıyoruz, kalıcı olup olmadıklarını da bilmiyoruz.