'Ancak apartman yöneticisi olur' demişlerdi
MERAL Akşener’in İçişleri Bakanlığı yaptığı yıllarda Milliyet arşivinden her hafta bir kişinin dosyası Yıldırım Türker’in evine fotokopilenip gönderilir, o da kupürlerden derlediği bilgileri bol hakaret sosuyla karıştırıp her pazar bir portre yazardı Radikal’e. Meral Akşener de bu kurşunlardan nasibini alanlardandı.
“Meral Akşener olsa olsa bir apartman yöneticisi olurdu” diyor. “Sesinin en pes yerinden kapıcıyı çağırır, komşularına yakıt parasını bir an evvel yatırmaları konusunda tehditler savururdu. Bununla da kalmaz apartman yöneticisi olmanın ve insanları bir punduna getirerek borçlandırmanın verdiği ayrıcalıkla herkesin kafasına Siirt battaniyelerini, battal taban halılarını silker, itiraz edecek olana da ‘Senin kocan geç saatte sarhoş gelip çat çat otomata basıyor ama’ cevabını yapıştırırdı.”
HÂLÂ AYAKTA
Akşener’i Tansu Çiller’in bir kopyası olmakla eleştiriyor, iddiasının pek altını dolduramasa da akademik yetersizliğinden söz ediyor, militarizme yatkınlığından, iktidarda erkekleştiğinden dem vuruyor. Doğruya doğru, üslubu sert, alaycılığı eğlenceli ve kesinlikle ikna edici. Amacına ulaşıyor; okur okumaz Meral Akşener’den nefret ediyorsunuz. İlk okuduğumda benim de tepkim farklı olmamıştı.
Tabii her ikna edici yazı ahlaklı olacak diye bir kural yok. Üzerinden 20 yıl geçtikten sonra bu yazıyı geçenlerde yeniden okudum. Tıpkı Yıldırım Türker ve arkadaşlarının sonraki yıllarda, özellikle FETÖ kumpasları sırasında eşine sık rastladığımız karakter suikastından öte durmuyor.
Akşener’e edilen hakaretlerin tamamı yazarın varsayımına dayalı. Bugün “Olsa olsa ancak apartman yöneticisi olur” dedikleri kadın cumhurbaşkanı adayı ve arkasına azımsanmayacak bir kitleyi aldı. 100 bin imzayı hızlıca toplaması bile bunun örneği.
Oysa siyasetteki ilk yıllarında kimi amatörlükleri, üslubunda tehlikeli kaymaları vardı. Öte yandan, erkekleşmekle itham edilen ve militarizme yakıştığı söylenen Akşener bir başına bütün yol arkadaşları ve o çok erkek siyasiler, paşalar karşısında “Emret komutanım” derken direndi. Askerin tuzağı irtica brifinglerine valileri yollamadı, kendisini “yağlı kazığa oturtmakla” tehdit eden komutanı deşifre edecekken dönemin siyasi iradesi tarafından susturuldu. Çevik Bir’in adı tarihin karanlık defterine çoktan yazıldı, Akşener ise girdiği bütün mücadelelerden çıkmasını bildi. Ve hep tek başınaydı.
DÜZGÜN DURMAK
Sonraki yıllarda Akşener siyasette pek alışık olmadığımız biçimde telefon dinlemeler gibi geçmiş hatalarının özrünü de diledi. Doğrusu, Meclis başkanlığı koltuğunda, kendi partisini kurma macerasında da gayet düzgün bir portre çizdi. İçişleri Bakanlığı yıllarından bu yana da Türkiye gibi bir ülkede adının hiçbir skandala karışmaması az başarı değil.
Akşener siyaset olarak bana çok uzak olsa da bir duruşu olmadığını ve ahlaki üstünlüğü kaybettiğini söyleyemem.
Geçmiş nefretlerimizi ve aşağılamaları aslında hiç hak etmiyormuş; şimdi o yazıyı okurken utandım.
Sandıktan ne çıkar bilmiyorum. Erdoğan gibi hiçbir şey yapmasa bile ona sadık kalmaya niyetli büyük bir kitlenin karşısında bu kadar kısa sürede bir varlık gösterebilir mi, emin değilim. Ama tarihin iki lideri de benzer bir yola soktuğu ortada. Birine “Muhtar bile olamaz” demişti medya; Akşener’e de ancak apartman yöneticiliğini layık görmüşüz.
***********
#ALTINIÇİZDİKLERİM
ANNESİZ KALMIŞLARA ÖZEL
ANNELER Günü’nde annesiz kalmışlar insanın en yakınları tarafından bile kolayca görmezden gelinir. Sosyal medyada pazar günü ünlü-ünsüz herkes annesinin fotoğrafını paylaşırken, benim beklediğim can simidi New Yorker Dergisi’nden geldi. 2014 yılından “The Unmothered” başlıklı bir Ruth Margalit yazısını yeniden paylaştılar.
Yazar, Meghan O’Rourke’ın görünürde dilde küçük bir nüans olarak görünen bir ayrımına dikkat çekiyor; benim gibi, kendisinin gibi üyesi olduğu bu görünmez kulübe “motherless” yani “annesiz” değil “unmothered” yani kaba çevirisiyle “annesiz bırakılmış” diyor. “Bir annem vardı, şimdi yok. Bu birinin düzeltebileceği bir özellik değil; kâğıtsız ya da kokusuz olmak gibi. Vurgu yokluğa olmalı” diye yazıyor.
En çarpıcı kısmı İbranice “son yağmur” anlamına gelen “malkosh” kelimesine yaptığı gönderme. “Yağmur yağarken düşen damlaların yılın son yağışı olup olmadığını bilemezsiniz” diyor. “Ama zamanla bulutlar kaybolur ve o yağmurun yılın son yağmuru olduğunu anlarsınız. Anne sahibi olmak da böyle bir şey. Ancak şimdi geriye baktığımda anlıyorum onun kim olduğunu, benim onun için kim olduğumu, bana ne bıraktığını.”
***********
TÜRK YÖNETMENİN HÜSRANI
YABANCI film dalında Oscar’a aday olan “Mustang” her ne kadar Fransa adına yarışsa da bir Türk filmiydi. Dili Türkçe, oyuncuları ve yönetmeni, hatta yapımcılarından biri de Türk’tü. Yönetmen Deniz Gamze Ergüven de hemen Hollywood’un radarına yakalandı ve çok önemli bir prodüksiyon ona emanet edildi.
1992’deki Los Angeles ayaklanmalarını anlatan, bir ara Spike Lee’nin adının geçtiği “Kings” nihayet çekildi, üstelik Daniel Craig ve Halle Berry gibi A sınıfı oyuncularla...
Ancak festival gösterimlerinde “karışık” bir karşılık gördü film. Vizyona girmesini bekliyordum izlemek için... Hem de uzun süredir.
BAŞARISIZ OLDU
Geçtiğimiz günlerde New York’ta vizyona girdi. Ama sadece Times Square’deki tek bir sinemada. Yaşadığım Brooklyn’den kalkıp Times Square’e gidene kadar da vizyondan kalktı. Sadece bir hafta gösterildi... Stüdyo filmi “unutmak” istiyor demek bu.
Eleştirmenlerin değerlendirmelerini ölçen Rotten Tomatoes sitesinde filmin puanı sadece yüzde 13’te.
ABD’de büyümeyen, ülkedeki ırk dinamiklerinden haberdar olmayan, konuyla kişisel bir bağı bulunmayan bir yönetmen nasıl bu filmi çekecek diye merak ediyordum. Elbette “dışarıdan” bir yönetmenin de bakış açısı önemlidir ve sinema tarihi bunun iyi örnekleriyle dolu. Ama Ergüven’in filmi onlardan biri değil. Sanırım kötü bir tercih oldu Hollywood’daki ilk deneme, bundan sonra bir kapı daha açılır mı göreceğiz.