Her biri diğerini, ikisi birlikte hepimizi kandırdı
FETHULLAH Gülen Cemaati ile AKP hükümeti arasındaki savaş öyle birdenbire, 17 Aralık 2013 günü patlak vermedi. Öncelikle Gülen Cemaati ile AKP kurmaylarının çoğunun geldiği Milli Görüş hareketi arasında hep ciddi bir mesafe olmuş, taraflar alenen savaşmasalar da hiç bir araya gelmemişlerdi. Milli Görüşçülerin çoğu Gülen hareketini “ABD’nin ılımlı İslam projesinin Türkiye ayağı” olarak görüyordu.
Uzun bir süre faaliyetlerini örtülü yürütmüş olan Gülen’in 1990 başlarında kamuoyu karşısına çıkmasını da partilerinin yükselişini engelleme manevrası olarak değerlendiren çok sayıda Refah Partisi (RP) üye ve yöneticisiyle karşılaştım. Bu bağlamda Gülen’in 28 Şubat 1997’deki postmodern darbenin ilk günlerinde askerlere “RP ile mücadele” taktikleri vermeye kalkması şaşırtıcı olmamıştı. Tıpkı darbecilerin RP konusunu hallettikten sonra Gülen ve cemaatine yönelmeleri gibi.
AKP iktidarıyla birlikte Cemaathükümet ilişkileri genellikle olumlu seyretti, ama belli bir mesafe hep oldu. Fakat TSK’nın Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığını engellemeye kalktığı 27 Nisan 2007 gününden hemen sonra mesafe kapandı ve Türkiye’ye damga vuracak bir ittifak kuruldu. Ergenekon, Balyoz gibi davalarla askeri vesayeti epey gerileten bu ittifakın zirvesi 12 Eylül referandumu oldu. Fakat ondan kısa bir süre sonra yollar ayrılmaya başladı.
CEMAAT’İN YOLSUZLUK DUYARLILIĞI
Sözü uzatmaya gerek yok. Bir yılı aşkın bir süredir adım adım şiddetlenen bir savaşa tanık oluyoruz. Tarafların birbirlerine yönelik suçlamaları çok ağır. Fakat her iki tarafa da şu soruyu yönelttiğinizde yaratmak istedikleri algı yerle bir oluyor: Neden şimdi?
Örneğin, Cemaat’in yıllarca “otoriterleşme” eleştirilerine karşı Erdoğan’a kalkan olduğunu, özellikle yurtdışındaki tüm imkânlarını AKP ve Erdoğan’ın lobisi için seferber etmiş olduğunu biliyoruz. (Bir yıldır bu mekanizmalar tam tersi bir lobi faaliyeti için devrede.)
Yine Cemaat’in AKP iktidarına yönelik önceki yolsuzluk iddialarının hiçbirini önemsemediğine, hatta medyasının bunların üstlerinin örtülmesine katkı sunmuş olduğuna da tanığız.
HÜKÜMETİN CEMAAT’E GÖZ YUMMASI
Daha fazla örneğe gerek yok. Diğer tarafa gelince: Cemaat’in polis ve adliye başta olmak üzere kritik yerlerde kadrolaştığını herkesten iyi hükümet yetkilileri biliyordu. Hatta bu kadrolaşma büyük ölçüde onların onay ve teşvikiyle yaşandı. Nitekim bugün suçlanan bazı polis şefleri ve savcılar sık sık “Her şeyden hükümetin, Erdoğan’ın haberi vardı” diye kendilerini savunmaya kalkıyorlar.
Cemaat’in medya-polis-adliye arasında oluşturduğu üçgende suçluların suçsuz, suçsuzların da suçlu ilan edilebildiğini de herhalde en iyi AKP’liler biliyordu. Örneğin, dün Devrimci Karargâh davasından aldığı ceza Yargıtay tarafından onanan Hanefi Avcı’yı yakından tanıyorlardı ve devrimcilikle hiçbir alakasının olmadığını çok iyi biliyorlardı.
Evet, haklı olarak “Neden şimdi?” diye soruyoruz ve her iki taraftan da aynı cevabı alıyoruz: “Böyle olduklarını bilmiyorduk, bizi kandırmışlar!”
İşin aslı şu: Dün, her iki taraf birlikte, ülkedeki eski iktidar sahiplerini tasfiye etmeyi “Türkiye’yi demokratikleştirme” olarak sunup toplumu kandırdılar. Bugün de aralarındaki iktidar mücadelesini “demokrasi” ambalajıyla ayrı ayrı pazarlamaya çalışıyorlar.
Sanıyor ve umuyorum ki Türkiye toplumu “kavanozdaki süs balığının hafızası”na sahip değildir.