Çözüm sürecinin esas kazananı
ÇÖZÜM süreciyle çatışmasızlığın teminat altına alınmış olmasının AKP iktidarının epey işine yaradığını biliyoruz. Her şey bir yana, peş peşe yaşanan seçimlerden AKP ve Recep Tayyip Erdoğan’ın başarıyla çıkmasında çatışmasızlığın belirleyici bir rol oynamış olduğu muhakkak. Hatta sırf bu olgudan hareketle AKP ve Erdoğan karşıtları, Kürt siyasi hareketini (KSH) oyuna gelmekle, hiçbir şey almadan (veya çok az şey alarak) çok şey vermekle itham edebiliyorlar.
KSH’yi ateşkeste, çatışmasızlıkla AKP’nin oyununa gelmekle suçlayanlar savaş kışkırtıcılığı yaptıklarının farkında olmayabilirler mi? Öte yandan KSH’yi bu şekilde eleştirenlerin önemli bir bölümünün aynı zamanda AKP hükümetini de PKK ile mücadelede taviz vermekle suçlamaktan geri kalmadıklarını da biliyoruz.
Bu türden ikiyüzlü tutumlar hakkında söylenecek çok şey var ama fazla uzatmaya da gerek yok. Kaldı ki KSH’nin çözüm sürecinde ısrar ederek hiçbir şey elde etmediği veya hükümetin kazanımlarıyla kıyaslanamayacak kadar az şey kazandığı önermesi de yanlış. Hatta bana göre külliyen yanlış. Çünkü daha önce birçok kez belirttiğim gibi KSH bir süredir “altın çağ”ını yaşıyor ve eğer çözüm süreci olmasaydı, diğer bir deyişle çatışmalar devam etseydi bu noktaya ulaşması mümkün olamazdı.
KÜRT HAREKETİNİN NORMALLEŞMESİ
Varsayımları temel alarak argüman geliştirmenin zor olduğunun bilincindeyim, ancak birkaç noktanın altını çizmek istiyorum. Öncelikle şunu akılda tutmak şart: Abdullah Öcalan çözüm sürecinin başlamasından çok önce silahlı mücadelenin artık miadını doldurduğu noktasına gelmiş ve hareketini de bu çizgiye büyük ölçüde taşımıştı. Fakat devlet, KSH ile diyalog ve ardından müzakere kararı vermemiş olduğu için silahlar bırakılmadı. KSH’nin “Silahla olmaz” yaklaşımıyla devletin “Silahla olmuyor” noktasına gelmiş olmasının aynı şey olmadığının farkına varmamız gerekiyor. Çözüm sürecinde yaşanan bir dizi sıkıntı, sorun ve gecikmenin ardında bu hassas bakış açısı farklılığının etkili olduğunu düşünebiliriz.
Kısacası, çözüm süreci Öcalan’ın varmış olduğu noktanın doğal bir uzantısıdır ve sırf bu nedenle bile öncelikli olarak bir “Öcalan projesi” olarak tanımlanmayı hak eder. Bu süreçle birlikte KSH’nin yasal alanda alabildiğine güçlenmesi, kuruluşu, “BDP varken ne gerek vardı!” gibi tepkilere yol açmış olan HDP’nin yüzde 10 barajını aşma eşiğine gelmiş olması herhalde tesadüf değildir. Tabii Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Selahattin Demirtaş’ın yüzde 9.8 oy almış olmasının da altını çizmek şart. Bütün bunlar bize, KSH’nin silah geri plana atılabildiği ölçüde yasal siyaset alanında hızla normalleşebildiğini ve Kürt olmayanlara da ulaşabildiğini gösteriyor.
SAHİCİ BİR BÖLGESEL GÜCE DÖNÜŞME
PKK hareketi öteden beri bir bölgesel güçtü. Irak, İran ve Suriye Kürdistan’ında ve bu ülkelerin Kürtleri arasında örgütlüydü. Gerek Irak ve Suriye’de yaşanan iç savaşlar, gerek (IŞ)İD tehdidinin ortaya çıkması gibi nedenlerle PKK’nın bölgede alabildiğine güçlendiğini ve önde gelen aktörler arasına girdiğini söyleyebiliriz. (Bu noktada özellikle (IŞ)İD’in PKK’ya çok geniş bir alan açtığını ve imkân sunduğunu kabul etmeliyiz. Zira silahlı bir örgüt için en zor olan şeylerin başında silahları askıya almak gelir. (IŞ)İD ile birlikte PKK hem bu zorluğu aştı, hem de tarihinde belki de ilk kez (iyi) silah kullandığı için uluslararası topluluğun büyük ölçüde takdirini kazandı.)
Eğer PKK, Türkiye’de devletle çatışıyor olsaydı muhtemelen Suriye ve Irak’ta bugünkü kadar etkili olamaz; olsa bile uluslararası topluluğun ve medyanın bu derece olumlu anlamda ilgisini çekemez, desteğini alamazdı.
Tek bir örnek bile yeterli olabilir: Türkiye’de çözüm süreci olmasa Kobani, (IŞ)İD kuşatmasına karşı direnebilir, zafer elde edebilir miydi?