Kayıp zamanın peşinde
GEÇENLERDE yazdım; bu gibi zamanlar, yani kişisel ve dünyevi krizlerin bastırıp gri tonun hâkim olduğu dönemler Proust okumak için birebirdir. Bu böyledir ama işin başka bir boyutu daha varmış, bunu da maalesef keşfettim.
Kaybedilmiş zamanlar, yaşanabilecekken artık yaşanamayacaklar, geçmişin ağırlığı hatıralar ve pişmanlıklar Proust’ta melankoli yaratırken, onun havasına girip geçmişi düşündüğümde bende ciddi bir depresyon yaratmaya başladı.
Nasıl ki Proust, çocukluğunda pişme kokularını hatırladığı keki şimdi çayına batırıp yerken o kaybedilmiş yıllarını hatırlıyorsa, ben de bugünün siyasi ortamına bakarken geçmişin kaybedilmiş siyasi yıllarını hatırlıyorum ve içimi karanlıklara iten ciddi bir depresyona giriyorum.
Charlie Hebdo olayından sonra bu duygularım daha da yoğunlaştı. Çevredeki grilik içime de bastı, dokunsanız ağlayacak gibiyim. Kendi kaybedilmiş zamanlarımı düşündüğümde kaybımın ne kadar da büyük olduğunu, hâlâ yakalama umudu taşısam da onun bir daha geri gelmesinin imkânsız olduğunu da içimde hissediyorum.
Belki sezmişsinizdir, bu yaşadıklarım şahsi ama bireysel bir kriz değil. Ben şimdilerde tuhaf biçimde kaybettiğimiz siyasi zamanların peşindeyim; o kaybımız üzerime sadece melankoli olarak değil ciddi bir buhran olarak da çöküyor.
Şu anda görülüyor ki dünyamızın en çok ihtiyacı olan şey, modern, demokratik, özgürlükçü ve seküler bir Müslüman ülkenin var olması ve sadece varlığıyla çılgınlaşmaya doğru giden dünyamıza bir denge, bir ayar vermesi.
Proust’a özenerek bu duygularımla bir roman yazmaya girişseydim kahramanı Recep Tayyip Erdoğan olurdu; çünkü benim kayıp zamanımı yaratan o.
Yakın geçmişte, onun liderliğinin Türk demokrasisinin ve cumhuriyetimizin aksayan yönlerini düzelteceğine; ülkemizi hayalim olan modern, demokratik, özgürlükçü, seküler bir Müslüman ülke haline getireceğine inanıyordum. AK Parti’nin Avrupa Birliği yolunda adımlar attığı, darbe kültürünü sildiği, özgürlüklere sahip çıktığı, inançlı insanların inançlarını gönül rahatlığıyla ve kısıtlamalar olmaksızın yaşadığı bir Türkiye yaratılacaktı ve ben bir solcu olarak bunları yürekten destekliyordum.
Şimdi gelinen noktada, bütün bunlar artık benim kaybedilmiş zamanlarımı oluşturuyor ve ben de onların peşindeyim. “Acaba ne oldu da bunlar değişti, neden vazgeçildi bütün bunlardan?” diye soruyorum, hiçbir mantıki cevap gelmiyor aklıma. Toplumca kaybedilmiş ve bireysel olarak elimizden kaçan o zamana bir açıklama getiremiyorum açıkçası.
Oysa o yolda devam edilebilseydi tam da şu anda Türkiye, dünyanın en önemli ülkesi, Cumhurbaşkanı da dünyanın en önemli ve en güçlü lideri olacaktı. Çünkü, dediğim gibi global dünyanın bugünkü ortamda en çok ihtiyaç duyduğu şey, özgürlükçü, demokrat, modern ve seküler bir Müslüman ülkenin sistemini sürdürebilir şekilde var olması ve bunun da tüm dünya Müslümanlarına bir model oluşturmasıdır.
Bunu yapma şansı Türkiye’nin elindeydi; bu ülke halkı bu şansı Recep Tayyip Erdoğan’a vermişti. O da bir ara bu şansı kullanacak gibiydi ve Türkiye Müslümanlığını dünyanın tek modeli haline getirecek gibi davranıyordu.
Ama sonra ne olduysa oldu, büyük fırsat tepildi. Türkiye Müslümanlığının sıradışılığının gözardı edilmesi, Araplaşması, içindeki olumlu özelliklerin silinmesi sürecine girildi. Bugün gelinen noktada Türkiye, global dünyada ötekilere benzeyen duruma düştü.
İşte benim kayıp zamanım bundan ibaret. Çünkü kahramanının Recep Tayyip Erdoğan olduğu bu romanda kaybeden ben oluyorum. Zira ben bu coğrafyada, sadece Türkiye’nin yaratabileceği türde özgürlükçü, modern, demokrat, seküler bir Müslüman ülkede yaşayıp mutlu olabilirim. Ama kayıp zamanlarıma baktıkça hem içim fena halde acıyor, hem de ağır bir şekilde mutsuz oluyorum.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kökenleri öyle sağlam ki, bu şansı tekrar yakalama imkânına sahibiz. Yeter ki güçlüler bunun doğru yol olduğuna ve bizleri hep birlikte dünya gücü haline getireceğine inansınlar.