Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        GENÇLİĞİNDE Marksizm’e inanan ve bu inancını yaşlandığı halde kaybetmemeye çalışan bir insan olarak SYRIZA’nın seçim zaferi beni gayet tabii ki çok heyecanlandırdı.

        İşte tam da bu nedenle konu hakkında bugüne kadar laf etmemeye çalıştım. Çünkü heyecanlarımız bir olay hakkında rasyonel düşünmemizi ve doğruyu bulmamızı engelleyebilir. Laf etmek için heyecanımın biraz durulmasını ve olaya sakin, bilimsel gözle bakma anımın gelmesini bekledim.

        SYRIZA fenomeni sadece eski komünisterin bir zaferi veya Marksist düşüncenin yeniden canlanması gibi önemli dinamiklerin ötesine geçen, bunlardan çok daha önemli bir gelişmedir.

        Dünyamız 20’nci yüzyılın ortalarından bu yana siyasetin ve ekonomi politikalarının merkezine sıradan insanları yani bizleri koymayı unuttu, bunu gündeminden tamamen çıkardı.

        Milton Friedman’ın fikir öncülüğünü yaptığı ve ABD’de Ronald Reagan, İngiltere’de Margaret Thatcher ve bizde de Turgut Özal tarafından uygulamaya sokulan ekonomi politikalarının temelinde insan hiç yoktu, onun yerine piyasalar ve onun mantığı diye bir şey konuldu ve o piyasalar denilen soyut kavram düz işleyecek diye, ekonomide kâr maksimizasyonu sağlanacak diye insanlar deyim yerindeyse kurban edildi.

        Avrupa sosyalizmi ise buna tepki olarak yine piyasa kadar soyut olan ve içinde insan kavramı bulundurmayan devletçililk kavramına sığındı. Görünürde karşıt bu iki ideoloji aslında temelde aynı gibiydiler. Devletçilik soyut bir kavram uğruna insandan tavizler bekliyordu, piyasalar diye öne çıkan ideoloji ise o piyasalar uğruna her türlü insani ilişkiyi deforme edebiliyordu.

        Kapitalist sisteme özgü bu iki düşünce formatına da karşı olduğu iddasıyla ortaya çıkan reel-sosyalizm ise yine soyut kavramlar uğruna, örneğin işçi sınıfı veya sınıf savaşı gibi kulağa hoş gelebilecek kavramlar uğruna insanı, somut insanı, yani bizleri düşünmek zorunluluğundan kendisini kurtarıyordu.

        Bu bakış kendi içinde çelişkiler yaşıyordu ve sürdürülmesi de imkânsızdı ve nitekim Rusya’da vahşi kapitalizm patlama yaptı, keza Çin’de de öyle. Öte yandan Avrupa ise Almanya’nın insanı muhasebe kayıtlarındaki bir değişkenden ibaret hale getiren ekonomik ideolojisine teslim oldu.

        SYRIZA ortaya çıkıncaya kadar anlayacağınız global düzeyde durum sıradan insanlar açısından pek de iç açıcı değildi. Üstelik bizim gibi dini soyutlamalar ve dini bütüncül düşüncelerin ağırlığını duyan ülkelerde insan kavramı daha da soyutlaşıyor ve insan için politika üretmek gerçek gündemden çıkarılıyordu.

        Şimdi SYRIZA’nın yaptığı sadece komünist ilkelere ve Marksizm’e yeni bir ivme vermekten ibaret değil. Tabii bunlar da var ve bunlar çok da önemli ama burada başka bir şey yapılmaya çalışılıyor. SYRIZA bizlere tekrardan her türlü ideolojinin ve politikanın temelinde nihai amaç olarak insanın olması gerektiğini hatırlatıyor.

        Bu bir defa hatırlandığında ne piyasa ekonomisinin ne de sosyalist bakış açılarının eskisi gibi olmayı sürdürmelerine imkân var. Bundan böyle global düzeyde teorilere, politikalara eleştirel bakışlar başlayacak ve aynı 1970’lerde olduğu gibi sosyalist düşünce içinde de önemli tartışmalar olacak. Ben bu süreçten Marksizm’in kendisini tamamen yenileyerek ve içindeki Stalinist kalıntıları temizleyerek çıkacağına inanıyorum. Hiçbir ülkenin, ne Almanya’nın ne İngiltere’nin ne ABD’nin ne de gayet tabii ki Türkiye’nin bu yenilenme süreci dışında kalması mümkün.

        Bence SYRIZA’nın açtığı yolu ve düşünsel imkânları iyi kullanabilirse, Türkiye de AKP iktidarına gerçek tutarlı bir alternatif oluşturma imkânı bulabilir. Bu arayışın temelinde muhakkak Marksistler güçlü bir biçimde yer almalılar ve insanı öne çıkaran Marksizm’in temel ilkelerini 21’inci yüzyıla uyarlayan teorik katkılarını da yapmalılar.

        Diğer Yazılar