Keşke konuşsaydılar
Erdoğan ile Putin’i kastettiğimi düşünüyorsunuz değil mi?
Ama hayır, ben bugün konuşulamadığı için kaçan başka bir fırsattan bahsedeceğim.
Baştan uyarayım, bu yazıda insanı “Ne alaka?” dedirtecek, sadece güncelle ilgili okumaya alışmış beyinleri yoracak yönler bolca var.
Yine de yazıyorum bunları; çünkü yorulmuş beyinlerimizin biraz molaya, az da olsa dinlenmeye ihtiyacı olduğunu sanıyorum.
Bu tür konular beni dinlendiriyor, umarım size de etkisi aynen böyle olur.
*
Marcel Proust ile James Joyce uzunca bir süre hiç karşılaşmadan aynı şehirde yaşadılar.
Edebiyatın bu iki dev ismi eğer karşılaşıp bir de konuşsalardı, ortaya kimbilir ne cevherler çıkacağını düşünenler çoktu o dönemde.
1920’lerin Paris’i fıkır fıkır bir yerdi.
Şehrin kültürel yaşamı her gece parıldıyordu. Özellikle de Sergei Diaghilev’in “Ballet Russe”sinin temsillerinin olduğu geceler şehirde yer yerinden oynardı.
O gece şehirde herkes, Rus balesini konuşur, tartışırdı.
18 Mayıs 1922 akşamı Stravinsky’nin balesi “Le Renard” sahneye koyuluyordu.
O güne kadar birbirleriyle hiç konuşmamış olan Proust ve Joyce, o gece performansı izlemek için aynı tiyatrodaydılar.
Birbirleriyle konuşmalarını sağlamak ve bir anlamda tarihi yeniden yazdırmak için planlar yapıldı.
Performans sonrasında verilen yemekte ikisinin aynı masaya oturmalarını sağlamak için hazırlıklar tamamlandı.
İkisi de gelip oturdular masaya. Aynı masada Picasso da vardı.
Masayı düşünsenize, yemek arkadaşları James Joyce, Marcel Proust ve Pablo Picasso.
Öyle bir masada oturarak şarap içebilmek için birçok şeyi feda edebilirdim.
Bir eleştirmen, o masada yiyenler için o yıllarda “Ancak cehennemde olabilecek bir eşleşme” nitelendirmesi de yaptı.
İkisinin de karakterleri çok iyi olmayabilir, ama Proust o gece özellikle berbatmış.
Düşünsenize, masada Picasso, Diaghilev, Stravinsky ve Joyce var.
*
Proust masaya gecikerek geldiğinde tanıştırıldığı kişileri hiç tanımıyormuş, adlarını daha önce hiç duymamış gibi davranmış.
Birbirleriyle konuşacakları umulan iki yazar, birbirlerinin yüzüne bile bakmamışlar.
Belki konuşurlar diye masadaki bir davetli konuyu edebiyata getirmiş.
İkisi de birbirlerinin kitaplarını hiç okumadıklarını söylemiş.
Proust aniden erkenden kalkmış, evine gitmek için bir arabaya binmiş.
Joyce da arkasından koşmuş ve arabanın içine atıvermiş kendini.
Hemen bir puro yakmış, arabanın içi duman dolmuş.
Bunu, astımı olan Proust’u öldürmek için yaptığını düşünenlerin sayısı hayli fazla.
Ben bu olayı okuduğumda hep, acaba o gece Picasso’nun dayanamayıp bu ikisini neden eşek sudan gelinceye kadar evire çevire dövmemiş olduğunu merak ederim.