Başkanlık bir an önce olmalı
Türkiye’nin kaybedeceği zamanı kalmadı. Çok ama çok büyük sorunlarla karşı karşıyayız. Sorunları çözmesi beklenilen sistem tamamen tıkanmış durumda. Parlamenter sistem kilitli, açılamıyor. Aklı başındaki herkes biliyor ki başkanlık sistemine eninde sonunda geçilecek.
Çünkü Cumhurbaşkanı Erdoğan bu sisteme inanıyor ve milleti de ikna etmeye soyunmuş durumda. O bir işe soyunduğunda her zaman arzu ettiğini aldı, milleti ikna etti. Çünkü millet arkasında. Muhalifler bundan hoşlanmayabilir, hatta nefret de edebilir ama ne yapacaksınız, gerçek bu.
Gerçekçi olmak gerekiyor. Sonunda mutlaka geçilecek bir başkanlık sistemi için bugün tartışmayı engellemenin bir anlamı varmış gibi tavırlar almak abestir. Bu sadece bir zaman kaybıdır.
Gerçekçi olalım, başkanlık sistemine bir an önce geçmeyi gündemimize alalım ve o sistemin ülke için hayırlı şekilde işleyebilmesi için bir katkımız varsa bunu da hemen yapalım.
Ayrıca şu andaki tıkanmış ve kilitlenmiş sistem yerine milli ve yerli bir başkanlık sistemi her halükârda tercih edilmeli. Bunu bir an önce yapalım ki başkan meselelerin çözümüne girişsin ve zorlu sorunlarımızla bir an önce boğuşmaya başlayabilelim.
Yeni global dünyada en önemli güç, zamanı iyi kullanmaktır. Zamanında karar alıp uygulayamayan daima geride kalıyor, mağlup oluyor bu çağda. Her işkolunda durum böyleyken siyasette ve ülke yönetiminde de durum böyle. Bu yüzden başkanlık sistemi, 21’inci yüzyıla en uygun yönetim biçimidir. Dünyanın en güçlü ülkeleri de bu sisteme sahip olanlar arasından çıkıyor.
Toplumsal uzlaşmasını sağlayıp kendi başkanlık sistemini oluşturarak işine koyulacak Türkiye de kendi içindeki muazzam potansiyeli ortaya çıkaracaktır.
AYIP BE DEMİRTAŞ!
Açıkça söyleyeyim, ben HDP’nin bu konjonktürde Türkiye’de çok önemli bir rolü olacağını umuyordum. Hayır, “Artık Türkiye partisiyiz” türündeki halkla ilişkiler faaliyetlerinden dolayı değildi bu umudum.
Ben İrlanda örneğinde de gördüm; bu tür süreçlerde terörle bir ucundan bağlantılı olan legal bir partinin Meclis’te bulunmasının bir avantaj olabileceğini de düşünürüm.
“Eğer bir noktada sorunları konuşarak çözeceksek, o zaman HDP konuşma kanallarını açık tutmada önemli bir rol oynar” diye hep düşündüm.
Selahattin Demirtaş’ı da bu yüzden önemsedim. Kendimi hiç kandırmadım; onun ne olduğunu, neyi temsil ettiğini ve ne olamayacağını hep biliyordum. Buna rağmen önemsedim onu. İşi zordu ve birçok yönden baskı altındaydı. Buna rağmen hâlâ konuşulabilecek bir figür gibi geliyordu.
Ancak bu fikrimi değiştirmek üzereyim. Demirtaş kendisine verilen açık çekleri yüzümüze fırlatıp atmakta ısrarlı çünkü. Baksanıza Brüksel’de konuşmuş. “PKK’nın yol açtığı sivil ölümler varsa bunların da ortaya çıkmasını istiyoruz” demiş.
3 yaşındaki çocuğun bile bildiği bir gerçeği HDP’nin lideri bilmiyormuş gibi konuşabiliyor. Demirtaş galiba hepimizi aptal zannediyor. Ortalık kan ağlıyor. Kürt vatandaşlarımız PKK terörü için “Yeter artık, bitsin bu iş” diye bağırıyor. O ise Brüksel’lerde zihin oyunlarıyla meşgul. Demirtaş bir siyasi lider olarak kendini sıfırlama sürecine girmiş durumda. Ayrıca meselenin şu önemli boyutu da var: PKK sivillere hiç zarar vermese, asker ve polise zarar vermeyi sürdürse sanki bu anlaşılabilir bir şeymiş gibi konuşuyor Demirtaş. Bu büyük bir ikiyüzlülüktür. HDP’nin iflasıdır. HDP bu ülkenin meşru yollarında siyaset yapan bir partisidir. Böyle bir partinin, “ülkenin polisine ve askerine ateş açan ‘Stalinist-Kızıl Kmer’ birleşimi bir terör örgütünün, siviller dışında insanlara zarar vermesini” anlaşılabilir kılmaya çalışması, hem ayıp hem de tüm demokratik normlar açısından bir insanlık suçudur.
ENTELİN SEVDİĞİ FİLM
Notos Dergisi’nin yaptığı soruşturma sonucunda “En İyi Türk Filmleri” listesi yayınlandı. Türk düşünce hayatına ilişkin ne kadar sorun, ne kadar aksama varsa listedeki özellikle ilk 10 filmi görünce anlamak mümkün.
Liste, edebiyat ve film dünyasından 383 kişiyle yapılan soruşturma sonucunda oluşturulmuş. İşte bu yüzden yazının başlığında, aslında hiç de sevmediğim “entel” kavramını kullanmak zorunda kaldım.
Listeyi okur okumaz “Bizim düşünce insanlarımız acaba bir filmi sosyal bilinç düzeyi için mi yoksa sanat düzeyi için mi seyrediyorlar?” diye düşündüm.
“Yol” filmi iyidir güzeldir ama bunca yıl sonra hâlâ “en beğenilen Türk filmi” olmasında acaba filmin verdiği sosyal ve siyasi mesaj mı etkin olmuştur?
Acaba sorunun yöneltildiği kişiler, edebiyat ve sinema dünyası dışından olsaydı bu liste hâlâ aynı olur muydu? Örneğin, bir “Recep İvedik” de yer alır mıydı listede?
Edebiyat ve sinema dünyasının, kendi ideolojik tercihleri doğrultusunda sıralama yapmaları doğal. Listede bir tek dördüncü sırada yer alan “Sevmek Zamanı” (Metin Erksan) bozuyor genel eğilimi. Çünkü bu film ilk çıktığında gösterilebileceği sinema bile bulmakta zorlanmıştı ve yıllardır değeri verilmemişti.
Şimdi bazı çevreler, değerlendirme kriterlerini sadece bu film için askıya alıp ideolojik takıntılarının dışına çıkarak filme hak ettiği değeri salt sanatsal kaygılarla verdiler. Sadece bu dördüncü sıradaki seçim bile beni listenin geleceği için umutlandırdı. Belki ilerideki yıllarda ideolojik değerlendirmelerin tamamen dışına çıkarız diye düşündüm.