İma yoluyla hedef gösterilmek
Çölaşan her zaman iyi yaptığını yine başardı ve bu ortamda beni hedef göstermek için eski dosyalarını açtı.
Ben geçmişimde yaptığım hiçbir şeyden utanmadım ve o zaman ne yapıyorsam yazdığım gazetelerde bunun gerekçelerini de okuyucularıma hep anlattım.
Evet, geçmişte Cemaat ile hükümetin arası iyiyken ve bugün ortaya çıkan konuların hiçbirisi ortada yokken, iktidar ve devletin tüm güçleri bu insanlarla iyi ilişki halindeyken ben de onlardan bazılarıyla görüştüm.
Beni bunu yapmaya iten gerekçeleri o zaman da anlatmıştım ama şimdi de okuyucular için tekrarlamalıyım bunu.
Ben tüm yazarlığım boyunca laik iktidarlar döneminde dindarlara, inançlı insanlara haksızlıklar yapıldığını savundum ve Türkiye’nin ve laik insanların bu geçmişle yüzleşmesi gerektiğini söyledim. (Çölaşan’a da bunu kuvvetle tavsiye ediyorum.)
Türkiye’nin normal olmasının önündeki en büyük sorun, dünkü yazımda da belirttiğim üzere dindar kesim ile laikler arasındaki diyaloğun kopuk olması, onların birbirlerini anlamak ortamından yoksun olmalarıydı.
Bunu geçmişte hiç anlatmadıysam en azından 20 kez anlatmış, yazmış olmalıyım ve o yazılar sonucunda kendimle ilgili aldığım şahsi bir kararı da açıklamıştım.
Bu diyaloğun ve konuşma, anlaşma ortamının oluşmasını sadece teorik olarak savunmak, bunu soyut anlatmak yetmez. Bunu birey olarak kendi hayatımızda da yapmamız gerekiyordu. Bunu hem kendimiz hem de ülkenin daha güzel bir yer olması için yapmamız lazımdı.
AK Partililer ile hep aram iyi oldu, konuşmalarımız, diyaloğumuz hep açık oldu. Dindar insanlarla konuşurken kendimle ilgili hiç yalan söylemedim; neysem onu söyledim, onlar da beni böyle kabul ettiler.
Bu dindar grubun içindeki Cemaat’i o dönemde dışlamak hem imkânsız hem de saçmaydı. Onlara da “Ben daima okuyarak daha iyi anlarım, bana kitaplar verin ki sizi de anlayabileyim” dedim. Yine kendimin ne olduğunu hiç gizlemedim. Laik düşünceye, Atatürk’e bağlılığımı hep söyledim. O andaki tavrımın sadece Türkiye’nin o gün bulunduğu durumda bir güç olarak ortaya çıkmaya başlayanları anlamak olduğunu anlattım.
Evet, yıllar önce Amerika’daki bir okullarını gezmek için yapılan toplu bir gazeteci davetinde ben de vardım. Oradayken Fethullah Gülen’in evine gidilmesi imkânı açıldığı ve isteyen gazetecilerin oraya götürülebileceği söylendi.
Nerede, nasıl yaşadığını ve nasıl bir insan olduğunu gayet tabii ki çok merak ediyordum.
Şimdi tam hatırlamıyorum, galiba 6 gazeteci gittik oraya.
O konuştu, “Dediklerim off the record” dedi. Dinledik, kahvaltı edildi ve ayrıldık.
Çölaşan’ın “emir alma, elini öpme” diye söylediği olay bundan ibarettir. Öyle şeyler gayet tabii ki olmadı.
Daha sonra Los Angeles’ta yapılmakta olan Türkiye ile ilgili bir fuarda yine isteyen gazetecilerin Fethullah Gülen’in evine götürülebileceği söylendi. Ben, “Gidersek yazabilecek miyiz?” diye sordum, yine “Hayır” denildi. Ben de “O zaman ben gidemem, ikinci ziyaret de yine yazılmazsa bu yanlış olur. Bundan sonra ancak yazabileceksem giderim” dedim.
Bütün olan bundan ibaret.
Çölaşan geçmişte bana hayli kızmış olmalı ki bugün bu darbecilerle beni ima yoluyla da olsa ilgilendirmeye çalışıyor.
Kimsenin bir yere yamandığı, onlarla olduğu filan yok.
AK Parti hakkında daha iktidara gelmelerine 6 ay varken Hürriyet Gazetesi’nde ne yazdıysam, onlara nasıl destek verdiysem bugün de aynı gerekçelerle desteğim sürüyor.
Savunduğum bu iktidar bir ara Cemaat’le iyi ilişkiler içindeyken ben de savunduğum insanların yanında yer alan o insanları daha iyi anlamaya çalışmıştım.
ÖTEKİ TÜRKİYE
Bu ülkenin gündemine “öteki Türkiye” kavramını sokan yazar benim. Genç okuyucularım için söylüyorum bunu, çoğu insan zaten bilir de... Öteki Türkiye temelde laik iktidarlar tarafından dışlanan, ötekileştirilen dindar insanların yanında durmak, onların haklarını savunmak için ben Hürriyet Gazetesi’nde yazarken ortaya atılmış bir kavramdı.
Basının genelinde o dönemde radikal laik kalemler (bugünlerde beni ima yoluyla hedef gösteren de başta olmak üzere) yazdıklarıyla o zulmü bir de yazılarında yaparken ben de anlamak, öğrenmek ve diyalog açmak için “öteki Türkiye”yi yazmıştım. Çok da kabul görmüştü bu yazı ve çok da tartışılmıştı. Evet, kendileri hakkında ne derlerse desinler o insanları hiçbir zaman vatansever saymadım. Ötekileştirerek, ötekine nefretle yaklaşılarak bu ülkede vatansever olabilmek mümkün değildir. Bu öteki Türkiye kavramı doğrultusunda AK Parti’ye kurulduğu andan itibaren umutla bakmaya başladım. Çocuğumun doğduğu gün olduğundan hep net hatırlarım, 12 Ağustos 2002 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde seçimden 6 ay önce AK Parti iktidarına desteğimi yazmıştım. Erdoğan ile henüz kendisinin hiçbir makamı yokken tanışmak için buluştuğumuzda, bu yazı nedeniyle bana teşekkür etmişti. Öteki Türkiye kavramı, 30 yıla yaklaşan yazarlık hayatımda en fazla övündüğüm ve sosyal açıdan önem verdiğim bir iştir.
YENİ BİR LİSAN
Yıllardır bu ülkede diyaloğun, uzlaşmanın, makul düzlemlerde buluşmaların olabilmesi için yeni bir barış dilini savundum. Eğer bu dil bulunmaz ve herkes tarafından samimi bir şekilde içselleştirilmezse Türkiye’nin huzuru bulması mümkün değildi.
En başında her gün bize verilen köşelerde fikirler bildiren biz yazarlar yapmalıydık bu uzlaşma dilini samimi içselleştirme işini. Bunu gerçekleştirmek için şu anda yaygın bir gayret olduğunu söyleyemem ama ben üstüme düşeni yapmayı sürdürdüğüm düşüncesindeyim. Bugün beni ima yoluyla hedef gösteren kişi gibileri alıştıkları, hep kullandıkları öfkeli ve gergin üsluplarını bence değiştirmeli ve huzura biraz katkıda bulunmayı denemeye başlamalılar.