Normali özlemek
Dünyada cevabı en zor sorulardan biri, “Normal nedir” olmalı. Herkesin kendine göre bir normali var ve kimse kimseyi de normali farklı diye yargılamamalı.
Yargılanmak ve onay almak niyetim olmadığından kendi normalimi burada anlatmaya girişmeyeceğim. Sadece bunun minimalist bir normal olduğunu söylemeliyim, yani “Mümkün olduğunca basit ve kolay erişilebilir hedefler koyarsam bunları elde etmem mümkün olur” yaklaşımıyla oluşturulmuş bir normal bu. Normali arayışımda Taoist bile olduğumu söyleyebilirim.
Böyle olduğu halde Türkiye’de bu normali bir türlü yaşama imkânım olamıyor. Bunu kimsenin de yapabildiğini sanmıyorum.
Geldiğimiz noktada artık kimsenin gece kafasını yastığa koyduğunda geride bıraktığı sıradan günden tatmin ve huzurlu olabildiğini, uyanacağı günü de umutla bekleyebildiğini sanmıyorum.
Kendi normalimizin ne olduğunu unutmakla kalmadık, normal tanımının bile ne olduğunu unutur haldeyiz.
Şahsen ben “anormalliğin” her tarafı sarmakta olduğunu hissederek yaşamaktan çok yoruldum artık. Son dakikalar, sıcak gelişmeler, her an gelen trajedi ve korku dolu haberlerle geçmeye alıştırılmış hayatlarımı- zın aslında bizleri ne kadar yorduğunu, belki gündelik yaşamın baş döndürücü hızında fark edemiyoruz.
Ama ben bu yaz tesadüfen bu tür yaşamın beni yavaştan öldürmekte olduğunu fark ettim. İşadamı arkadaşlarımın örgütlemesi sonucu birkaç günlüğüne Kuşadası’ndan Samos’a geçtik.
Adada aslında Ege’nin her yerinde bulabileceğim bir kıyıda masada otururken birden içimin boşaldı- ğını hissettim. Dizlerimin bağı çözülüverdi. Biriktirilmiş stresler, korkular ve tedirginlikler sanki sihirli bir şekilde çekilip alınıyordu içimden.
Meğer ben Türkiye’deki gerginlikten ne kadar da kasıyormuşum kendimi, ne kadar da gerilmişim haberim yokmuş. İşte o anda anlayıverdim.
Hayat kaygıları sadece “Kendime daha iyi bir hayat kurabilir miyim, çocuklarıma nasıl daha güzel gelecek sağlarım, ülkem nasıl daha mutlu bir yer haline gelebilir?” gibi sorulardan ibaret olan insanların ülkesi Türkiye’de yaşamayı nasıl da özlediğimi orada anlayıverdim.
ASLINDA HEPİMİZE YAZIK OLUYOR
Bizler sıradan insanlar olarak Türkiye’de öylesine büyük bir stres altında yaşıyoruz ki, huzur, mutluluk ve güzel bir gelecek beklentisi öylesine kafalarımızdan uzaklaşmış ki, kötü haberlere, trajedilere öylesine alış- mışız ve bunun yüreklerimizde, beynimizde yarattığı aşınmadan o kadar habersiziz ki, bütün bu durumun hepimizi yavaştan öldürmeye başladığını göremiyoruz.
Bizlere ve çocuklarımıza yazık oluyor. “Daha huzurlu ve amacı sadece vatandaşı mutlu etmek olan bir ülke yaratmak” ortak hedefimiz olmalı. Ama açık- çası ben bunun bu ortamda nasıl olabileceğini göremiyorum ve bu da beni korkutuyor.
LIFE STYLE YAZARLIĞI
Ben hayatım boyunca siyasetten hoşlanmadım, siyaset yazmayı da hiç sevmem. Bugünden itibaren kendi normalimi yakalamaya çalışacağım. Arada bir “life style” yazarlığına ağırlık vereceğim. Bu tür yazı- lar içime hiç olmazsa biraz mutluluk ve ümit veriyor. Umarım sizlere de iyi gelir.
Sizlere biraz neşe katabilirsem yazarlık amacım da gerçekleşmiş olur. İdeal dengede az ama kaliteli siyasi yazılar yanında “life style” da olmalı galiba.
RESTORAN YAZARLIĞI
MICHELIN Guide’ı bilirsiniz, dünyanın en prestijli ve etkin restoran değerlendirme rehberidir. Bu rehberden bir yıldız alabilen şefler yeniden doğmuş gibi olurlar; üç yıldız ise “restoranlar dünyasının aristokratı” olmak anlamına gelir. Yıldız kaybetmenin ise intihara sürüklediği şefler de vardır.
Ancak Michelin rehberinin dünyasına, yani yerleşik düzene karşı bir isyan da var.
Bu rehberin kurduğu değerlendirme sistemiyle neredeyse bir sınıf diktatoryası yarattığını söyleyen genç şefler ve eleştirmenler, Michelin’in aristokrat dünyasına karşı hareket başlattılar. Böylece farklı değerlendirme rehberleri çıkarma girişimleri de başladı.
MICHELIN’İN GÜCÜ
Ancak yerleşik düzende değişim sağlamak, yani devrim de o kadar kolay değildi. Çünkü söylenen tüm hatalarına rağmen Michelin’in gücü tartışılmazdı. Bildiğim bu gerçeği Netflix’te seyrettiğim “Chef’s Table” dizisinde de gördüm.
Alain Passard, Paris’te “L’Arpege” adlı restoranın sahibi ve şefi. Üç Michelin yıldızlı bu restoran, bir tarihe kadar et ve balık ağırlıklı mönüsüyle bilinip seviliyordu. Ancak Chef’s Table dizisinde anlatıldığı gibi şef bir gün tamamen vejetaryen bir mönüye geçiyor.
Michelin eleştirmenleri ve Fransızlar, et yemedikleri akşam yemeğine yemek demiyorlar. Bu değişimin, bu yüzden şefin sonu olacağı da düşünülüyor.
Üç yıldızdan sıfır yıldıza düşeceği beklenirken Michelin yeni mönüye yine üç yıldız veriyor da bu devrim gerçekleşebiliyor.
OCCUPY 50
Michelin’in bu gücüne rağmen alternatifi bulma uğraşları da hiç bitmedi. Bizdeki Gezi protestosuna benzeyen Occupy Wall Street hareketini hatırlarsınız. Buna benzer bir “Occupy 50” hareketi, en iyi restoranlar listesine karşı başlatıldı. Restaurant Dergisi tarafından yayınlanan liste yıllardır hâkim güçtü. İşte Occupy 50 hareketi de buna karşıydı.
Bu ortamda Monocle Dergisi de “dünyanın en iyi 50 restoranı” listesini açıklamaya başladı. Monocle, yeniliklere daima açık, deneysel ve modern olanı destekleyen bir dergi olarak yeni listesinin restoran eleştirisine bakışı değiştireceğini umuyordu.
İstanbul’daki Karaköy restoranının da 45’inci sırada yer aldığı bu listedeki tüm restoranlar adeta Michelin standartlarına karşı duruşun simgeleri gibiydi. Buna rağmen Michelin’in gücünün hâlâ sürmekte olduğunu söylemeliyim. Örneğin bizler hâlâ İstanbul’da Michelin yıldızı alacak bir Türk şefinin çıkmasını bekliyoruz.