Asgari müşterekte buluşmak
Toplumolarak asgari müştereklerde, makul olanda buluşmamıza ne kadar önem verdiğimi ve bunun için birey olarak kullandığımız dille, duruşumuzla üstümüze düşeni yapmamız gerektiğini uzun zamandır yazıyorum.
Ama ne yazık ki bu konuya da sonunda Hürriyet Gazetesi el attı ve ne kadar istesem de bunun olabilmesinin de imkânsız olduğunu bana gösterdi.
Konuyu sorduklarının arasında Nil Karaibrahimgil’in dedikleri, bunun imkânsız olduğunu göstermekle kalmadı, bu yolda çalışma hevesimi de tamamen kırdı.
Çünkü o, “Türkiye’nin ortak değerlerini, müştereklerimizi keşfedelim” sorunsalına şöyle yaklaşıyor: “Siz hiç bir düğünde, vakit halay çekmeye geldiğinde, ‘Yok ben oturayım’ diyeni gördünüz mü?”
Evet, kriter bundan ibaret olacaksa o zaman hemen iki sonuca ulaşmak mümkün:
1- Eğer kriter halay çekmek olacaksa Türkiye’de asgari müştereklerde hiçbir zaman buluşamayacağız demektir. Hatta ben söyleyebilirim ki, halay kriterinde uzlaşmak gerekiyorsa bir gün Türkiye’de iç savaş çıkması bile muhtemeldir.
2- Nil Hanım “Yok ben oturayım diyeni gördünüz mü?” diye sorduğuna göre, anladığım kadarıyla onunla hayatımızda bir mekânda birlikte hiç bulunmamışız. Ben bu halkın kendisi için yarattığı ritüeller içinde halay çekmeyi en gereksiz ve hemen yasaklanması gereken işlerden biri olarak görürüm ve ayrıca özellikle de orta yaş ve üstü insanların halay çekmelerinin estetiğe hakaret olduğunu düşünürüm.
İlk evliliğimin nişan aşamasında kadın tarafı halaya kalktığında ben kesin tavırla bunu reddettim. Ayrıca ileride olacak evliliğin yürümesine katiyen imkân olmadığına ve hatta hemen o anda ayrılmamız gerektiğine karar verdim, ama bunu o anda söylemenin çok şık olmayacağını düşündüğümden bir süre sustum ve sonunda o evlilik de bitti. Sonra şimdiki karım Rana ile tanıştığımda ona sorduğum ikinci soru “Sen halay çeker misin?” oldu; o da “Saçmalama ne halayı? Sen kafayı mı yedin?” oldunca hemen yüzükleri taktık. Evliliğimiz hâlâ daha sürüyor.
TOPLU HAREKET EDEMEME HASTALIĞI
Ha, bir de şu var:
Aslında çok istesem de halay çekmem imkânsız olabilirdi. Çünkü toplu hareket etme konusunda beynimin bir direnci var. Sadece bu yüzden Marksist olduğum dönemde bir kez bile toplu gösteriye katılmadım. Maça gitmeyi de sevmem, dans edeceksem tek başıma ederim. Slow dans bile bana aşırı kalabalık geliyor. Halay gibi çok sayıda insanla aynı anda hareket etmemi gerektiren şeylere karşı tepkim de var.
Bu hastalığım ilk kez ben ilkokul sondayken çıkmıştı. Beni nedense halk oyunları denilen bir şeye sokmuşlar... Bir 23 Nisan gösterisinde toplu gösterim olacaktı. Ben TED Ankara Koleji’nde okumama rağmen o bile katılıyordu. Bu da benim binlerce çocukla birlikte halk dansı yapmam anlamına geliyordu. Anneler-babalar da tribündeydi. Hepsi de çok gururlu ve mutluydu, ama benim babam ve annemin mutluluğu kısa sürmüştü. Çünkü halk dansımız başlamıştı. Sahada gruplar halinde en azından 5 bin çocuğuz. Bir tek benim annem ve babam o kalabalıkta kendi çocuklarını bulup görmüşler, çünkü 5 bin kişi arasında sağa dönülecek yerde sola dönen, sola dönülecek yerde sağa dönen ve sürekli yanlış adımlar atan bir tek ben varmışım. Gösterinin sonunda dans hocamız benim tek başıma ortaya çıkıp tribünü selamlamamı isteyecek kadar kızmıştı. Benim yüzümden kadının sinirleri laçka olmuştu.
Annem ve babam ise beni tribünde çılgınlar gibi alkışlıyorlardı (Anne-baba olmak ne kadar da acıklı bir şey değil mi). İşte o gün halk danslarına ve genelde halk kavramına karşı bir antipatim oluştu ve bu bugüne kadar da devam ediyor. Yani içinde ben olduğum takdirde bu toplumun bir asgari müşterekte buluşması imkânsız görünüyor. Ha, ben olmadan bir noktada buluşabilirsiniz tabii, ama içinde ben olmazsam bunun da tadı tuzu olmayabilir.
BİR ÖNERİ
Halkın böyle bir sorunu olduğunu sanmam ama eğer illa da asgari müşterekte buluşulacaksa ve bunun için illa da toplu dans edilmesi gerekiyorsa benim naçizane önerim halay yerine konga dansı yapılmasıdır. Konga dansı hem büyük senkroni ustalığı gerektirmez hem de benim gibi beceriksizler bile zekâsı hayli düşük olan bu dansı yapabilirler. Hatta eğer polis müdahale etmeyeceğine söz verirse Taksim’de de bir toplu konga dansı yapılabilir. Ben buna da katılamayacağım, kusuruma bakmayın. Çünkü son konga dansı girişimimde bir Karaipler gemi turunda beni o gruptan bile aşırı uyumsuzluk ve hiçbir ortamda mutluluk çığlıkları atamadığım gerekçesiyle kovmuşlardı.
DARBE ANILARI
Yaşım 61. Bu yüzden yakın tarihimizin en baba darbelerini fiilen yaşamak gibi bir ayrıcalığım var. Dün de 12 Eylül’ün 36’ncı yıldönümüydü. Bu yüzden her darbede imha ettiğim kitaplarla şimdi Borges’in Babil Kitaplığı gibi bir kütüphane bile oluşturabilirdim. “Aklına ilk neden bu geliyordu?” diye sorarsanız, ben de “Daktilonun suç örgütüne üyelik delili olarak ortaya çıkarılabildiği bu toplumda ben ne yapayım yani?” derim ve meseleyi tartışmayı bırakırım. Daha önce her darbede kütüphanemden hangi kitabı saklayacağım netti ve bir sorun çıkmadı. Bir tek son darbe girişimi sürerken kararsız kaldım. Allah’tan sonunda tek bir kitabıma bie dokunmam gerekmedi de içim rahatladı.
GÜNÜN ASIL HABERİ
Eğer kadınlar basketboluna ilginin bu kadar fazla olmasının Türkiye’nin ne kadar medeni, ne kadar ileri bir ülke olduğunu gösterdiğini düşünüyorsanız, sizi ilgilendirmesi gereken asıl haber budur:
Kadınlar Basketbol 1. Ligi takımı Canik Belediyespor bu yıla kadar maçlarını 600 kişilik bir salonda oynuyormuş. Bunu bile kolay dolduramadıkları da oluyormuş.
Sonra Hırvat Antonija Misura Sandric’i transfer etmişler. Kadın dünyanın en güzel sporcusuymuş. Evet, Canik Belediyespor, dünyanın en güzel kadın sporcusunu transfer etmiş. Bu bile Türkiye’nin katiyen anlaşılması mümkün olmayan son derece tuhaf bir yer olduğunu gösteriyor. Takım, ilk maçı için 28 bin kişilik bilet talebinde bulunmuş. Halkımızın birden yoğunlaşan basketbol ilgisine bakar mısınız? Onlarla ne kadar övünsek azdır!