Derin düşünceler...
1- Korkunç, berbat bir rüya gördüm ve kan ter içinde uyandım. Rüyamda tellak olmuştum ve keselenmeyi bekleyen müşterilerim de sadece bugüne kadar yayın yönetmenliğimi yapmış olan insanlardan oluşuyordu.
Güneri Cıvaoğlu’nu ve Ertuğrul Özkök’ü keselemek gayet tabii ki hoş değildi ama sıra Selçuk Tepeli’ye gelince işler resmen çığırından çıktı. O peştamalli haliyle bile ciddi olan Selçuk, onu keselerken bana nedense, Jacques Derrida’nın Nietzsche’den nasıl etkilendiğini ve buna rağmen daha sonra onun felsefesini yapısöküme nasıl uğrattığını anlattı.
Ben hamamın sıcaklığından değil onun anlattığı konu nedeniyle ter içinde kaldım ve tam da o anda haykırarak uyandım.
2- Hollanda’nın Türkiye karşısında hiçbir şansının olmadığını biliyorsunuz değil mi? Bunu görmek için öyle detaylı analiz filan yapmaya gerek yok, sadece Bakan Fatma Betül Sayan Kaya’nın seyahatlerine bakmanız bile yeter.
Merkel “Fırtına var” diyerek ABD gezisini ertelerken, Fatma Betül Sayan Kaya fırtınaya filan aldırmayıp New York’a indi. Bu bile Türk’ün kararlılığı karşısında hiçbir gücün duramayacağının sembolik bir göstergesidir bence.
3- Habertürk Gazetesi’nde beni öldürme yolunda çok ciddi bir komplo olduğuna şimdi daha fazla inanıyorum. Gecenin bir vaktinde, “Havalimanına git ve bakanı izle” dediler. Tabii olur, neden olmasın ki; bir dahaki sefer Amerika’da bir volkan da patlarsa araştırmacı gazetecilik olsun diye sırf yazı işleri tatmin etmek için volkanın merkezine kadar da inerim.
Bana, “Havalimanına git” dedikleri saatte, bulunduğum evin dış kapısının önünde iki yaşlı adam, bir tane köpek, bir de yaramaz çocuk donmuştu; ambulanslar onları çözmek için hastaneye götürüyordu. Çocuğu götürmesinler, bahçede bıraksınlar diye nafile uğraştım.
Donmayan insanlar ve köpekler, rüzgâr nedeniyle uçarak pencerenin önünden geçiyorlardı. Trenler de iptal edilmişti. Sırf Selçuk bana kızmasın diye, bu fırtınada havalimanına yürüyerek 6 saatçik içinde gidiverdim. Ama bunun ne önemi var ki; canım feda olsun yazı işlerime...
4- Hürriyet Gazetesi’nin Türk halkına karşı komplosu sürüyor. Sedat Ergin’in yazmadığı günler de var. Bizler tam o gün biraz nefes alacağız derken şimdi de onun yazmadığı günlere denk gelecek şekilde Fikret Bila’ya yazdırmaya başladılar. Böylece Hürriyet’i alıp okuyanlar bir gün bile rahat nefes alma imkânından yoksun kaldılar.
5- Geçenlerde akşamüstü biraz dinleneyim diye bir bara gittim. İçkimi söyledim ve vukuatsız oturuyorum. Barın diğer ucundan bir adam bana bakıyordu. Ben tam, “Umarım tanıdık çıkmaz” diye düşünürken adam hiç beklemediğim bir şey yapıp bana öpücük göndermeye başladı.
Bunu davet ve teşvik edecek hiçbir şey yapmadığım halde zoru neydi bilmiyordum. Ben aldırmadıkça adam daha da kızıştı, öpücükleri sıklaşmaya başladı. Onu bir şekilde durdurmam gerekiyordu.
Ben gözlerimi daha da şaşı yaparak adama doğru bir öpücük gönderdim. Amacım onu şaşı gözlerimle korkutup pek de iyi olmadığına inandığım niyetinden vazgeçirmekti.
Ama beklediğim olmadı; adamın yanında oturan kadının kocası beni dövmek için geldi, canımı zor kurtardım. Şaşılığım nedeniyle adam, karısına öpücük gönderdiğimi sanmış. Eh adamın dövmek isteme nedeni haklı bence.
6- Burada yandaki komşunun insanı son derece rahatsız eden sevimsiz bir çocuğu var. Hayır donan değil, o donanın arkadaşı.
Geçenlerde bu çocuğa kapının önünde, “Biliyor musun, hemen yakınımıza bir lunapark kurulmuş, çok da güzelmiş. Annene söyle de seni götürsün” dedim. Çocuk da koşarak mutlu bir şekilde annesine söyledi. Çarşıya gittim ve dönünce çocuğu tekrar buldum.
"Kötü bir haberim var. Yangın çıkmış ve lunapark tamamen kül olmuş. Gitme planlarını iptal etmelisin” dedim. Çocuk bayağı ağladı ve sonra da acısını paylaşmak için annesine koştu.
Bu yaptığım size hoş bir şey olarak gelmeyebilir, ama tek amacım çocuğa hayal kırıklığının anlamını öğretmekti.
7- Benim ve Ertuğrul Özkök’ün hayatı hakkında New York Times’ta çok uzun bir yazı çıktı. Bence sembolik bir anlamla bizim hayatımızı yazmışlardı.
Latin Amerika ülkelerinden birinde bir Darwin araştırma merkezi varmış. Burada iki kaplumbağa üzerine araştırma yapılıyormuş. Kaplumbağaların adı George ve Diego.
George, yaşadığı bazı sorunlar nedeniyle seksten bıkmış ve yalnız yaşamayı tercih ediyormuş. Diego ise hâlâ tam gaz gidiyormuş ve 100 yaşına kadar çiftleşmesi bekleniyormuş.
Şimdi bilin bakalım, bu hikâyede hangi kaplumbağa bana, hangisi de Ertuğrul Özkök’e benziyor.
8- Rana da yazı işleriyle işbirliği içinde olmalı. Çünkü o da beni öldürmeye çalışıyor. Yoksa bu böyle olmasaydı hangi anne, 15 yaşındaki oğlu yarım saatten fazla tuvalette kalmışken babaya, “Git bak bakalım ne yapıyor bu” der ki.
Canıma kastı olmasa bunu aklına bile getirmez diye düşünüyorum.
9- Artık bu maalesef bilimsel kesinlik kazandı. Babam 7 numaralı maddedeki Diego’dan bile uzun yaşayacak. Meraklısına not: Evet o da çiftleşmeyi sürdürüyor bence, en azından buna sürekli teşebbüsü var.
10- Her “Derin düşünceler” yazısı mutlaka 10 maddeli olmalı diye düşünmemeniz için bu maddeyi boş bırakıyorum.