Dedemin vesikasından Selçuk da çıkarmalı
SELÇUK Tepeli’yi tanıyıncaya kadar delileri çok iyi anladığımı sanıyordum. Çünkü hayatım onlarla geçti. Malum babam, şöhreti sınırlarımızı aşmış bir delidir. Dedem ise son nefesini tımarhanede vermiş bir zırdeliydi. Cebinde vesikayla dolaşırdı. Bir tür dokunulmazlığı vardı.
Tıpta insan geniyle oynayan gen mühendisliği yeni çıktı; ben bu yeniliğe maalesef yetişemedim. Yani anlayacağınız, bütün bu enteresan genler miras olarak bana aynen kaldı. Eh karımın da normal olduğunu iddia edene ben bugüne kadar rastlamadım, yani eş olarak birbirimizle pek uyumluyuz.
Anlayacağınız delilere karşı kaşarlanmış hissediyordum kendimi. Sonra Selçuk’la tanıştım.
Eskiden annem, babamdan uzak durmak için bir konken grubuna katılmıştı. Orada kadınlar aralarında nasıl konuşuyorlarsa güya Selçuk’la biz de öyle konuşacaktık. Ailemin büyükleriyle sohbetlerden çok ağzımın yanmışlığı vardır; bu yüzden Selçuk’la sadece rahat, sakin konuları seçersek bir vukuat olmaz sanıyordum.
Çoluk çocuğu ve üniversite yıllarımızı konuşarak başladık sohbete. Sonra acı bir şekilde fark ettim ki onun deliliği, en çok sakin olduğu anlarda ortaya çıkıyor.
Siz konu nasıl olsa sakin diye rahatlıyorsunuz, ama o sözü devralınca yarım saat sonra kendinizi bipolar bir Kierkegaard’ı, kış gecesi Danimarka’da sabaha kadar dinlemek zorunda kalmış gibi yorgun hissediyorsunuz.
(Not: Yarım saat dememe inanmayın. O süre, onun herhangi bir konuda konuşmaya başlaması için kurduğu açılış cümlesine ayırdığı süreden ibaret.)
Biliyorum abarttığımı düşüneceksiniz, ama bu defa elimde belge var. Geçenlerde bir yazıda, “Çıplak gazetecilerin fotoğraflarını toplayacağım bir fotoğraf albümü düşünüyorum” diye yazmıştım.
Sadece bu bile onu tetiklemeye yetti. Sabaha karşı 04.00’te beni aradı. “Bu saatte ayaktaysan umarım sarhoşsundur” diye açtım telefonu.
VESİKA İÇİN BELGE
“Hayır sarhoş değilim” deyince, o saatte hem ayakta olup hem de sarhoş olmamanın bir tür ahlaksızlık olduğunu anlattım ona. Yazımı beğenmiş ve bana şöyle yazdı:
“Yazını gördüm abi. Anladım ki hakkımda nü planların var. Ben de sana ruhumun en çıplak olduğu yerde fotoğrafını çekip göndermeye karar verdim. (Bu noktaya kadar babam gibi deli. Bundan sonra sıkı durun, dedem gibi olmaya başlayacak.)
İşte ‘tinin fenomolojisi’ süreciyle özgür benliğimi oluşturup kendimi ‘mutlak idealizmin’ kollarına bıraktığım elma bahçem, tarlalarım ve köy havası. Üstelik buralarda Hegel diyalektiğine Hegel’den daha kolay ulaşıyorum. Kant bize hiç yetişemiyor; çünkü o bu konularda yetersizdir. Elma ağaçlarıyla Platon’un sempozyumunu canlandırır, Proust’a bu konuda tek laf bırakmayız. Goethe’nin tarif ettiği hakikatlerle husumet kapanına düşmekten de balkabakları, çalı fasulyesi ve sivribiberlere kulak verip kurtulmuş olurum. Frenk armutlarının yeriyse ayrı, onlar Focault’yu severler. Kelimeler ve Şeyler’den hareketle her şeyi yeniden isimlendirir, kurtarırlar ruhumu. Artık gübre olsun da, manda-koyun ne varsa pastoral esintilerde eritirim kendimi.”
(Notlarım: Focault’yu neden sadece Frenk armutları sevsin ki. Bir de Kant’ın yetişemeyeceği iş pek yoktur. Ayrıca Proust’u susturmak da o kadar kolay değil.)
Gördüğünüz gibi, o tamamen çıldırmış halde. Aslında gazete bana, Selçuk’u dinlemek zorunda olduğum için savaş muhabiri tazminatı vermeli. Babaannemin tüm hayatı, dedemin bir gün kendisini öldürmesini bekleyerek geçmişti. Ben de Selçuk’a karşı gardımı aldım.
Bütün bunlar benim sadece onun deyimiyle “nü”, benim deyimimle “çıplak” fotoğrafını gübre dağı üzerinde otururken çekmek istediğimi yazmamla tetiklendi.
Sabaha karşı ayrıca evine bir pet olarak gergedan almayı düşündüğünü de yazdı; çünkü gergedanlar gün boyu çok fazla gübre üretiyorlarmış. Konunun uzmanı o, ben bilemem. Aslında ona inanmasam da korkudan söyleyemem; çünkü normal hayatında böyle konuşup düşünen bir insandan sadece ben değil dedem bile korkardı.