Mizah yazarı
WASHINGTON’da sürekli takip etmek zorunda olduğum Suriye, Irak veya Kürtlerle ilgili haberlerin, aslında bir mizah yazarı olduğumdan benim için ne kadar tahammülü zor olduğunu, bunu temelde trajik bir yaşam olarak gördüğümü bilmenizi istiyorum. Beynim mizah için eğitilmiş, ona alışmış olduğundan, en ciddi haberleri takip ederken bile komik bir yön görüyorum. Son derece ciddi sonuçları olan olaylar hakkında da mizahi yazsam diye düşündüğüm oluyor, ama bunun bir açıdan mesleki bir felaketle sonuçlanacağı yönünde kuşkum var.
Mizah yazarlığı ile hayatın kendini ciddiye alan yönü arasında kalmama şu anda bir çözüm yok gibi. Ben de bu yüzden bugünden başlayarak cumartesi ve pazar gününü mizaha ayırmaya başlıyorum. İlk yazımı da bu ikilemimin çözümü için bir şeyler yapmayan, Allah onu başımızdan ebediyen eksik etmesin Yayın Yönetmenim Selçuk Tepeli’ye ayırıyorum.
O ÇOK ŞÜKÜR GİTTİ AMA BEN DE BİTTİM
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı takip için şehre gelen, Allah onu başımızdan ebediyen eksik etmesin Yayın Yönetmenim Selçuk Tepeli’yle yaşadıklarımı yarın ayrıca anlatmak zorundayım; çünkü kendi başına bir yazıyı hak edecek kadar tuhaf ve sürreeller.
Bugün onun yanından kaçmayı başardıktan sonra başıma gelenleri anlatacağım. Kaçtım; çünkü Selçuk’la 5-6 saat, insana bir ömür boyu olarak gelebiliyor. İkinci saat sonunda eğer yanından hemen uzaklaşmazsanız hayatınızın sonunun biraz hızlandırılmış bir şekilde geleceğini düşünmeye başlıyorsunuz.
Görüşmemizin son saatlerine yaklaşırken lokantadan kaçmaya uğraştığımı herhalde fark etmemiştir; çünkü sadece kendi anlattıklarını dinliyor ve de sürekli anlatıyor. Ben ve diğer insanlar onun monolog hayatında sadece birer figüranız.
Yanından ayrıldığım an kendimi bitmiş, tükenmiş hissediyordum. Eve dönmeden “Biraz kendimi toparlamalıyım” dedim. Bir bara attım kendimi. Selçuk sayesinde dibe vurmuş olan benliğime hızlı bir müdahale gerekiyordu.
Çok severek izlediğim “Big Bang Theory” dizisinden bir bölüm aklıma geldi. Genelde içki içmeyen Sheldon o gün adından dolayı çay olduğunu sandığı “long island iced tea” adlı içkiden hızla içmişti.
Daha sonra lokantada tuvalete gidip masaya döndüğünde, “Arkadaşlar inanmayacaksınız ama bu lokantanın tuvaletinde insanlar yemek pişiriyorlar” demişti. Anlayacağınız içkinin de etkisiyle tuvalet diye lokantanın mutfağına girmişti.
“Long island iced tea” içkisini acil günler için kafama not etmiştim. Eh Selçuk’la geçirilen 5-8 saat, o acil günün gelmesine tabii ki neden olmuştu. Bu içkinin içinde rom, votka, cin, tekila ve triple sec var. Hangi insafsız bu karışıma “long island iced tea” adını koymayı düşünebildi. O vicdansızı, şerefsizi gerçekten tanımak isterdim.
GÜÇLÜ YUMRUK GİBİ
Neyse duble istedim. İçkimi, böyle bir içkinin içilme süresi dalında yeni dünya rekoru olması gereken sürede bitirince birkaç şey birden oldu:
1- Selçuk’un ne yüzünü ne de onunla yaşadıklarımı hatırlıyordum. Bekâr olduğumu sandığımdan “Yakında artık evlenmem gerekiyor” diye düşündüm. Selçuk’a düğün davetiyesi göndermeyecektim.
2- “The Big Lebowski” filminde Dude karakteri suratına yumruğu yiyince Los Angeles şehrinin üzerinde uçmaya başlamıştı. İçtiğim içki de güçlü bir yumruk olduğundan Selçuk’un yüzünü hatırlamayı durdurunca New York üzerinde uçuşa çıktım.
Bir ara “İkinci dubleyi de isteyeyim mi” diye düşündüm. Barmen polis çağırmakla tehdit edince vazgeçtim. Uçuşum bittikten sonra yere indiğimde şehrin daha önce hiç görmediğim ve tanımadığım bir yerinde, 145’inci Sokak ve 7’nci Cadde’nin köşesindeydim.
Gelmek için hiçbir nedenimin olmadığı, daha önce görmediğim ve bir daha da görmek istemediğim o yere nasıl geldiğimi bilmiyordum. Bar 44’üncü Sokak’ta olduğundan ve yolda da neler olduğunu bilmediğimden cep telefonumdan “Acaba aranıyor muyum, ne suçlar işlemişim” diye haberlere baktım.
Başıma gelenlerin bütün sorumlusu olan Selçuk’un yüzünü yeniden hatırladım. Bir “long island iced tea” daha içmem gerekiyordu acilen. Mecburen içtim de...