Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        DÜN, Allah onu ebediyen başımızdan eksik etmesin, Yayın Yönetmenim Selçuk Tepeli’nin yanından kaçtıktan sonra yaşadıklarımı anlattım. Bugün ise kaçmama neden olanları aktaracağım. Buluşmak için oteline giderken, “Görmeyeli Selçuk gerçekten de önemli bir insan olmuş olmalı” diye düşündüm. Çünkü Gizli Servis’ten tutun CIA’ya kadar tüm birimler mevzilenmişti otelin etrafında. Sonra anladım ki Netanyahu da aynı otelde kalıyormuş.

        Selçuk gelince “İstersen burada oturalım” dedi. Otelin barının görünümü “The Shining” filmindeki balo sahnesindeki bara benziyordu. Tek farkı, burada filmde olan hayaletlerin olmamasıydı. Herhalde o bar, o anda New York’ta olabilecek en depresif yer olmalıydı.

        “Hiçbir şey bundan daha kötü olamaz” diye bir yanlış yaptım ve “Gel seninle dolaşalım biraz” dedim. Nedense onunla uzun süre olmanın her şeyden daha kötü olacağını unutmuştum.

        HALKA ‘ÇIKTIK’

        “Strand Kitabevi’ne gidelim” dedim. Halka inmek, onun kullanabileceği bir kavram değil; çünkü damardan köy insanı olduğundan halk onun için yüksek bir kavram. Bu yüzden şöyle anlatacağım meseleyi: O ya halka “çıkmak” için ya da taksi parasından kurtulmak için metroyla gitmek istedi.

        Kapalı alanda Selçuk’la birlikte olmak bende klostrofobi atağı başlatacağından bir süre direndim, ama sonra baktım halk sevgisi zirve yapmış metroya girdik mecburen.

        New York metrosu tuhaftır, aşağıda çok uzun koridorlar var. Öyle ki gideceğiniz yere yukarıda yürüyerek gitseniz trenle gideceğinizden daha az tutabilir. Birden anladım ki Selçuk sol ayağımdaki sakatlık nedeniyle yürümekte zorlandığımdan metroyu seçmiş olmalı.

        Nedense Strand Kitabevi’nin Chelsea bölgesinde olduğunu ısrarla savunuyordu. Bir gün önce kendisinin Chelsea markete bu bölgeden 5 dakikada yürüdüğünü iddia ediyordu. Tipik bir genel yayın yönetmeni saçmalamasıyla mı karşı karşıyayım diye sabrettim. Sonra onun uçmuş olması gerektiğine karar verdim; çünkü dediği yere taksiyle bile ancak 25 dakikada gidilebiliyordu.

        Neyse yayın yönetmenleri her şeyi bildiklerini sanırlar ya, bir şey demedim. Kitapçının içine girer girmez kendisini kaybetti de saçmalamaya ara verdi bir süre. Maalesef çok kısa sürdü bu. Genç yaşına rağmen okumaya ömrünün yetmeyeceği kadar kitap aldı. Sonra bana hayatımda duyduğum en saçma, en sürreel şeyi söyledi: “Abi biliyor musun, ben okumakta olduğum hiçbir kitabın son 5 sayfasını hiç okumam.”

        Aylardır tamamen delirmiş olduğunu iddia ediyordum, sonunda kesin delili bulmuştum. Bunu duyunca nedense sinirlerim boşalıvermişti. Zorlukla “Ne yani, Savaş ve Barış’ı okursan son 5 sayfaya bakmadan mı bırakıyorsun kitabı?” dedim. O da “Evet abi, öyle yaptım zaten” dedi.

        “Peki neden?” diye sorduğumda, zırdeli olduğundan şöyle bir cevap aldım: Kitapların son sayfalarında yazarlar, dünyada var olmayan nedensellikler ve rastlantılar üzerine kurgular yapıyormuş. Bu da onu rahatsız ediyormuş. Bir gün okumadığı bütün son 5 sayfaları kendi yazıp bunların birleşiminden bir roman ortaya çıkaracakmış.

        Savaş ve Barış ile Lolita’nın son 5 sayfalarını nasıl bir arada kullanacak, bunu anlamamakla birlikte konu kapansın diye kendisine hayatta başarılar dileyip “Artık içmem lazım” dedim.

        BU DA OLDU

        “Bu kötü geçecek bir günün zirvesi olmalı. Artık kötü bir şey olamaz, en azından kitapçıda kötü bir şey yaşamam” diye düşünmüştüm ki inanılması zor bir şey oldu. Karşımda, istediği takdirde Selçuk’tan bile daha çekilmez olabilen ve bazen de istemeden çekilmez olan İlber Ortaylı’yı gördüm.

        Siyasal Bilgiler günlerimden bu yana tanır ve çok severim Ortaylı’yı. Rafta Osmanlı tarihiyle ilgili bir kitap gördüm ve sevimlilik olsun diye “İlber Abi, belki okumamışsındır” diye kitabı gösterdim. Benim için İlber Ortaylı’nın okumadığı bir kitap olduğunu söylemek bile bir mizah girişimiydi. Ama o bu sözlerime gülmedi ve birden öfkelendi. Meğer kitabın yazarı “Arabist”miş ve Osmanlı’dan hiç anlamazmış.

        Selçuk ile ayrıldık ve onun 5 dakikada yürünür dediği yere 25 dakikada taksiyle giderek bir restorana girdik.

        Restoranda sakin bir şekilde yemeğimizi yerken Selçuk birden “The Exorcist” filminde şeytan çıkaran seansı yapan rahip gibi tuhaf konuşmaya başladı. “Bunca işim arasında şimdi bunu tımarhaneye kapatmam gerekecek” derken İspanyolca konuştuğunu ve Meksika kavminden garsonlarla nedense arkadaşlık kurduğunu gördüm. Tamamen delirmiş insanlar, galiba bilmedikleri lisanları da aniden konuşabiliyorlardı. Yanından kaçtıktan sonra olanları biliyorsunuz zaten...

        Diğer Yazılar