Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        1990’lı yılların başında “Me, Myself and I” adlı bir film gösterime girmişti. İnsanın sadece kendisini söyleme biçimlerinden oluşan bu filmin adı aslında 90’lı yılların ahlakını da anlatıyordu. O yıllarda bireylerin sadece kendilerinden oluşan küçük dünyalarını tüm dünya sanmalarının, ego triplerinin yaşanmaya başladığı yıllardır. İş dünyasındaki ilişkilerde egoizmin hâkim olduğu kültür, o dönemde oluştu. Egolar o yıllarda çıktıkları triplerden bir daha hiç dönemediler. Dönemedikleri gibi, ego patlamaları fantastik boyutlara ulaştı. Sadece “ben”lerden oluşan dünyaların ego patlamalarının zirveye tırmandığı nokta ise son trend olan “selfie”lerdir. Cep telefonundan çektiği kendi fotoğrafını sosyal ağlarda başkalarıyla paylaşan ve bunu âdet haline getirmiş olanlar, sadece eğlenmekle yetinmiyorlar, geçirmekte oldukları ağır ruh sallantısının sonuçlarını da yaşıyorlar. Selfie takıntısı olanlar, kendi içlerine kapanmış, sadece benliklerinden oluşan dünyanın her şeyden daha fazla olduğuna inanan ve selfie’leriyle bunu aslında gerçek, fiziksel ilişki kurmak istemedikleri dış dünyayı da inandırmak isteyen kişilerdir.

        Selfie yoğunluğu, içine kapanmış olan ve gerçek sosyallikler yaşayamayan insanların hastalıklı ruh halini sergiliyor bize. Burada yanına gelmiş birkaç arkadaşıyla spontane bir fotoğraf çeken insanları kastetmiyorum tabii ki. Özel hayatının her anını, her detayını, yaşamının her arka planını takıntılı bir şekilde selfie olarak paylaşan ve bunu hayatının odağı haline getiren insanlardan bahsediyorum. Aslında bunun sanatsal bir yanı da var. Amatör sanatçının dış dünyaya çıkma girişimi olarak da tanımlayabiliriz bunu. Hemen her selfie, hayatın detaylarını “Vermeer”leştirme girişimi olarak görülebilir. Vermeer, ev içindeki gündelik yaşamı betimleyen resimleriyle tanınan Hollandalı barok ressamdır. Sıradan ve sıkıcı gündelik yaşamlardan sanat çıkarmak, Vermeer’in başarısıydı. Ancak selfie çekenlerde sanatçı ruhu olsa da çoğu sanatçı becerisine sahip değil. O resimlerin paylaşıldığı insanlar, bu yüzden sevimsiz, sıkıcı, rutin hayatların neşeli kılınma girişimini izlemek zorundalar. Bu fotoğraflara bakılıyor olması da doğrusu şaşırtıcı, bunu da çağımızın röntgencilik zevksizliği olarak görebiliriz belki.

        Kendisinin görünmediği ve gündelik yaşamından görüntüler gösteren selfie’ler çeken insanlarda, rutin hayatın eşyalarını düzenleme, onlara o düzen aracılığıyla farklı anlamlar katmaya çalışma ve birbiri ardına gelmesi gerektiğini sandıkları şeyleri o şekilde düzenleme gibi (sequencing) aslında çok ciddi ruhsal sorunların işaretçisi olabilecek özellikler var. Ben iddia ediyorum, selfie’lerine önem veren her insanda temelde başkalarını hiç düşünmemek, onları umursamamak ve hayatın merkezinin kendisi olduğunu sanmak gibi özellikler vardır ve onlar aşırı derecede egoist insanlardır. Bu böyle olmalı; çünkü sabah uyanır uyanmaz o haliyle fotoğrafını çekip paylaşmanın ve bunun önemli olabileceğini düşünmenin başka bir açıklaması da yoktur. 21’inci yüzyılın zevksiz, heyecansız röntgenciliği aldı başını yürüyor. Uzun zamandır baskı altına alınmış ama kalıplarından çıkmak için fırsatlar arayan egolar tam anlamıyla patladı.

        Karşımıza, aslında bizi hiç ilgilendirmeyen, görmek ve izlemek istemediğimiz sıkıcı hayatlarıyla çıkmakta ısrarlılar, o fotoğraflarına bakarak kendileriyle ilgilenmemizi arzuluyorlar, asosyal yaşamlarına sanki bir partideymiş gibi havalar vermemizi bekliyorlar. Ne yapalım, çağımız birçok güzel yanlarıyla birlikte anlamsızlıklarıyla da oluşuyor. Bütün bunların sonunda anlamlı bir kültürel oluşum çıkar diye ummakla birlikte bunun olacağını hiç beklemiyorum. Çünkü bu kadar anlamsız ve temelde önemsiz olan egonun patladığı ortamlarda olsa olsa kapsamlı anlamsızlık oluşur.

        Diğer Yazılar