Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        DIŞ politikayla ilgili herkes kendi meşrebine göre bir değerlendirme yapıyor. Benim değerlendirmem olumsuz. Kanımca Türk dış politikası geçen yıl ciddi hasar gördü. Kimilerine göre akıllıca bir dış politika analizi yapmak dahi mümkün değil. Türkiye’ye gelen hükümet ve devlet başkanlarının listesini saymakla da doğrusu dış politika analizi yapılmış olmuyor.

        Aslında mesele dış politikanın başarı ya da başarısızlığından daha öteye giden boyutlar içeriyor. Geçtiğimiz üç yıl içinde Türkiye bölgesel düzende ve dünya sistemi içinde ondan önceki on yılda biriktirdiği stratejik ve diplomatik sermayeyi bir mirasyedi gibi harcadı. Bunu gizlemek için yapılan dil akrobasileri açıkçası pek bir işe yaramadı.

        Sonuçta pek çok ciddi gözlemcinin yazdığı ve söylediği gibi Türkiye’nin önemi tek boyuta indirgendi. Sanki sıradan ve kişiliksiz bir ülkeymişçesine bu önem, ülke coğrafyası ve geçmiş dönemin miras bıraktığı ittifak ilişkilerinden ibaret kaldı. Ortada ne vizyon ne de daha hazini, Türk diplomasisinin birikimi göz önünde bulundurulduğunda, bir diplomatik başarı kaldı.

        Birbiri ardına verilen yanlış kararlar, egoları ve inatları ülkenin uzun vadeli çıkarlarının önüne koyma eğilimi bu sonuca varılmasında rol oynadı. Yılın sonuna vardığımızda zaten Batı ittifakı içinde samimi dostu kalmayan Türkiye, Ortadoğu’daki en önemli oyun ortaklarını da yitirdi. Rusya’nın ve Vladimir Putin’in bu başarısızlığın yol açtığı derin yalnızlıkta Türkiye’ye payanda olacağını ise sanmıyorum.

        Olsa olsa Rusya’nın çıkarlarına uygun gördükleri şekilde Türkiye ile paslaşırlar. Bu çıkarların başında da enerji odaklı siyaset ve ticaret gelir. Başka hangi ülkede Rusya, her türlü kuralın çiğnenmesi sonucu kendi şirketinin malı olacak bir nükleer santral inşa edebilirdi ki?

        Dahası Rusya’nın Ukrayna politikaları ondan önceki Gürcistan savaşının sonuçlarıyla birlikte Türkiye’nin Karadeniz’deki tüm iddialarını denizin dibine gömmüştü. Rusya, Ankara’nın gündemindeki en önemli konularda (Kıbrıs, Karabağ, Suriye) sürekli Türkiye’nin tezlerinin karşısında olan, Türkiye’nin hasımlarını destekliyor. Böyle bir Moskova’nın bazılarınca olası bir müttefik, yeni bir eksenin parçası olarak değerlendirilmesi bile aslında nasıl bir hayal/halüsinasyon dünyasında yaşadığımızın bir göstergesi.

        Türkiye bu yıl içinde kendisine en bağımlı siyasi birim olan Kürdistan Bölgesel Yönetimi (IŞ)İD saldırısı altındayken Erbil yönetimine askeri olarak yardımcı olmadı. Doğan boşluk PKK’ya ve daha önemlisi İran rejimine yaradı. Musul konsolosluğu çalışanlarının büyük bir hata veya izansızlık sonucu rehin alınmaları bunun gerekçesi sayıldı ama zaten öncelikle bu rehin alınma olayı izaha muhtaç bir fiyaskoydu. Hiç değilse İran-ABD uzlaşması sonucu Bağdat’ta Başbakan değiştiğinde Türkiye de Irak ile ilişkilerini düzeltmeye başladı.

        Ankara, Suriye meselesinde etkili olma imkânlarını sınırdaş olmanın ötesinde kanımca büyük ölçüde yitirdi. Suriye Kürtlerinin PKK bağlantılı PYD liderliğinde yönetilmesini sindiremediği için İD’in saldırdığı ve sonradan ABD’nin hava kuvvetleriyle koruduğu Kobani’de aldığı tavırla ofsaytta kaldı.

        Mısır’daki kanlı darbe rejimine karşı doğru pozisyon, diplomatik teamülleri çok aşan bir saldırganlıkla dile getirildikçe Arap dünyasının bugünkü önemli güçleriyle yani Suudi Arabistan ve ortaklarıyla ara açıldı. Sonunda sıkletinin çok üzerinde dövüşmeye kalkan Katar da Kahire’den aman diledi. Türkiye bölge politikalarına hiçbir şekilde etki edemeyecek bir konumda kendini yapayalnız buldu.

        Doğrusu bu noktaya varmak hiç de şart değildi. Biraz tevazu, biraz da ihtiyat bu çukura gömülmeyi önlerdi. Yazık oldu.

        Bir konferansa katılacağım için önümüzdeki hafta yazılarımı yazamayacağım.

        Diğer Yazılar