Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        PARİS’teki katliam muhtemelen dünyanın işlerinde bir kırılma noktasına denk geliyor. Tıpkı 11 Eylül gibi ancak kanımca 11 Eylül’den ciddi farklılıklar da içererek. Charlie Hebdo’ya yönelik ve ilk kurbanı Mustafa Urad adlı Müslüman sayfa editörü olan hunhar eylemi gerçekleştirenlerin Arap Yarımadası’ndaki daha doğrusu Yemen’deki El Kaide (AYEK) olduğu üzerinde giderek bir fikir birliği oluşuyor. Musevi süpermarketine saldırıyı gerçekleştiren Coulibaly her ne kadar DAİŞ’e bağlılığını videoda dile getirdiyse de henüz bunun kanıtları ortaya çıkmış da değil.

        Bu konuları en iyi bilenlerden Pakistanlı gazeteci Ahmed Raşid, son iki yılda özellikle de Musul’un düşmesinden itibaren dünyanın dikkatinin DAİŞ üzerine dönmüş olmasının bu El Kaide şubesine yaradığını New York Review of Books Dergisi’nin sitesinde yazdı. Gene bu konuları çok yakından takip eden Pınar Tremblay AYEK’i gözden kaçırmamak gerektiğini, örgütün çalışma yöntemlerini, DAİŞ ile arasındaki farkları ve rekabeti T-24’teki yazısında ortaya koydu

        İki örgüt arasındaki en önemli fark DAİŞ “yakın düşman”a odaklanırken El Kaide’nin “uzak düşman”a odaklanmaktan vazgeçmemesi. Bu bağlamda Raşid’e göre “Paris saldırıları Batılı hükümetlerin iş yapış tarzlarını, tıpkı İkiz Kuleler’e saldırdığında El Kaide’nin yapmak istediği gibi, değiştirebilir. AYEK Batı kapitalizmini dize getirmeyi stratejik hedefi yapmayı sürdürecek. Daha doğrusu asıl hedefi Batı ülkelerini kendi varlıklarını tanımlayan ve uzun acılar sonucu şekillenmiş değerlerinden ve ilkelerinden uzaklaştıran bir tepkiye itmek.

        11 Eylül’ün ardından Bush yönetiminin verdiği tepkiyi tanımlayanlar yeni muhafazakârlar olmuştu. Burada Amerikan hegemonyasının askeri güçle bir kez daha dayatılması hedefi netti. Bu şekilde hem dünyaya Amerikan gücünün boyutları gösterilecek hem de Irak savaşıyla Ortadoğu’da farklı bir düzen kurulacaktı. Bu kurulması tasarlanan düzende en azından demokratik görüntünün muhafaza edilmesi de gerekiyordu.

        Yeni muhafazakârların tasavvurunda kendini gösteren bir diğer unsur ise radikal İslami hareketler karşısında “ılımlı” İslam’ın desteklenmesi fikriydi. Özellikle Mısır ile ilişkilerinin çok içli dışlı olması bu konuda fazla baskı yapmalarını engellediyse de 2005 yılında yapılan seçimlerde Müslüman Kardeşler’e bağımsız adaylıklar yoluyla meclis yolu açılmasını sağlayan ABD baskısı olmuştu.

        O dönemde Türkiye’nin profilinin yükselmesini sağlayan en önemli özelliği İslamcı hareket içinden çıkmış bir partinin AB üyeliğini kovalaması ve Türk demokrasisinin yönünü daha özgürlükçü, hukuka saygılı bir rotaya çevirmesiydi. 1 Mart tezkeresinin geçmemesinden AKP yerine Silahlı Kuvvetler’in sorumlu tutulması da, AKP’ye yönelik faullü davranışların Washington’dan pek yüz bulamamasında da bu Amerikan bakışının etkisi yüksekti.

        Hatırlanacaktır, Yeşiller’in Dışişleri Bakanı Joschka Fischer de Türkiye’nin AB üyeliğini tüm gücüyle desteklemeye 11 Eylül’ün yarattığı konjonktürde başladığını söylemişti. Sentezci, yani liberal kurumsallaşmaya ve laik hukuka dayalı demokratik sistemle İslami tercihleri bağdaştıracak bir yönetim dünyada merak konusu olmuş, büyük de destek görmüştü.

        Arap isyanları sonrasında ortaya çıkan “Türkiye modeli” heyecanı da bu bakışın bir uzantısıydı. Ne var ki özellikle Mısır’da Müslüman Kardeşler’in işleri yüzüne gözüne bulaştırması, İslamcı hareketlerin şiddetle aralarına mesafe koymaktaki başarısızlıkları romantizmi eritti. Temel toplum yapısı anlayışı, dinin toplumsal hayattaki yeri, bireyin özellikle de kadınların yeri ve özgürlükleri konusunda mülayimlerle radikaller arasında ne fark olduğu giderek muğlaklaştı.

        Paris cinayetleri bu ortamda gerçekleşti. Liberal Batı düzeni ve anlayışı sert bir darbe aldı. Başta Fransa, Avrupa’nın buna cevabı geleceğin düzenini tanımlayacaktır.

        Diğer Yazılar