Amerikan Strateji Belgesi ve Ortadoğu
DAHA önce de bu sütunda atıfta bulunduğum Stratejik Vizyon adlı kitabında Amerikan stratejik düşüncesinin dev isimlerinden Zbigniew Brzezinski şu saptamayı yapmıştı: “Devletleri bir diğerinden ayırt eden ‘sabırlı hırs’ ile ‘ihtiyatsız kendini kandırma’ arasında seçim yapabilme becerileridir.” Aslında bir anayasa hukukçusu olan ve Brzezinski’ye de bir dönem dış politika ve güvenlik konularında danışan ABD Başkanı Obama’nın yeni açıklanan Ulusal Güvenlik Stratejisi (USS) belgesinin anahtar deyimi de tam bu: “Stratejik sabır.”
Bu belgeler genelde bize çok fazla bilgi vermez. Ancak Başkan Bush’un 2002 yılında yayımlanan USS’si, önleyici savaş doktrininin ve yeni muhafazakârların yönlendirdiği Amerikan dış ve güvenlik politikalarının el kitabı gibi okunmuştu. Nitekim öyleydi de. Obama’nınki ise geleceğe yönelik genelgeçer hedefler koymanın ötesine pek gidemiyor. Ne var ki hem hangi konuların radar ekranına geldiğini göstermesi hem de yönetimin tüm ilgili katmanlarının toplu görüşünü yansıtması açısından bu belgelerin bir nebze değeri var.
Bekleneceği gibi “stratejik sabır” tanımlaması Obama yönetimini eleştirenlerin hemen bir yaylım ateşi başlatmasına yol açtı. Bu deyimin yalnızca dış politikadaki başarısızlıkları gizlemek için yaratıldığını söyleyenler çıktı. İngiliz Chatham House ve Amerikan German Marshall Fund kuruluşlarının ortaklaşa düzenledikleri “Değişen Bir Ortadoğu’ya Yönelik Atlantik İttifakı’nın Güvenlik Politikaları” başlıklı konferansta da bu kavramın anlamı tartışıldı.
Özellikle Ortadoğu’dan gelen katılımcıların çoğu Obama yönetimini kararsızlık, kendi çizdiği çizgileri savunmamak, Bush’un fazla müdahaleci politikalarına karşın gereğinden fazla ihtiyatlı olmakla suçladılar. Ne var ki tartışmaların sonucunda varılan önemli sonuçlardan birisi de ABD’nin bölgedeki gidişatı etkileme gücünün ne denli sınırlı olduğuydu. Avrupa’nın ise ancak yeniden yapılanma zamanı geldiğinde ve bir ölçüde de Filistin meselesinin çözümünde yapıcı ve etkili olabileceği de kabul gördü.
BU bağlamda hemen tüm konuşmacıların “deneyim, donanım ve sabır” sahibi olduğunu teslim ettikleri İran, merkezi bir konuma yerleştirildi. Zor bir iktidar değişimi sürecini şimdilik başarıyla tamamlayan Suudi Arabistan ile İran arasındaki kıyasıya mücadele bir mutabakatla sonuçlanmadan bölgeyi saran yangının bitmeyeceği konusunda bir görüş birliği var.
Bölgenin sorunları ise yalnızca bu iki devletin mezhep düşmanlığı üzerinden kurguladıkları ve vekâleten Suriye’de sürdürdükleri savaşla sınırlı değil. Bölgedeki tüm siyasi aktörler ki buna devlet dışı örgütler, Müslüman Kardeşler gibi hareketler de dahil, ciddi bir meşruiyet yıpranması içinde. Devletlerin zayıflaması ya da çökmesi neticesinde toplumlar çaresizlik içinde kendilerine güvenlikli bir çatı arıyorlar. (IŞ)İD gibi bir örgütten bile medet umulması bundan.
Bir diğer sığınak ise aşiretler ya da cemaatler, dini/mezhepsel bağlar oluyor. Ne var ki bunlar yeterli çerçeveyi sağlayamıyor. Daha üst ve kimlikten öte bazı özelliklerle tanımlanacak, daha evrensel yapıları temsil eden bir otorite olmadıkça çatışma da bitecek gibi değil. Yani Ortadoğu’da modern devletler inşa etmek, bunları adem-i merkeziyetçi yapıda ve mümkünse laik bir anlayışla kurmak gerekiyor. Bu tespit üzerinden bölgeden bir katılımcı, belki de Ortadoğu tarihinin ilk özgün devlet inşa etme sürecinden geçildiğini söyledi.
Geçen yıllardaki toplantılarda hep çözümün parçası diye bakılan, görüşleri merak edilen Türkiye, giderek daha sık gördüğümüz gibi o anlamlı ve değerli konumunu kaybetmiş. Atlantik İttifakı’nın veya AB’nin değerlerini ne ölçüde benimsediği sorgulanıyor.
Belki en can yakıcı soruyu, toplantı bittikten sonra Amerikan Dışişleri’nde uzun süre çalışmış bir katılımcı aramızda konuşurken sordu: “2010’un Türkiye’sine ne oldu, ne yaptınız?”