Çözülme ve tehdit
HERHALDE farkındasınız bu ülkede uzun zamandır birbiriyle neredeyse alakası olmayan gerçeklik tanımları yapılıyor. Fantastik iddialar gündeme gelebiliyor. Bu iddialar gerçekmiş muamelesi görebiliyor. Düpedüz şiddete dayalı bir otoriter rejimin köşe taşları döşenirken birileri bunu demokratikleşmenin acı ama gerekli safhaları diye sunabiliyor. Üstelik bundan hicap da duymuyorlar.
Son dört yılda Türkiye; dış politikasında meydan dayağı yemiş, uluslararası sistemde saygınlığını ciddi şekilde yitirmiş, kapasitesi hayal ve hırslarının fersah fersah gerisinde bir ülke görüntüsü veriyor. Fiilen de durum gerçekten böyle. Hatalar üst üste yığılırken, İslam birliği veya Osmanlıcılık oynama hevesleri gerçeklerin duvarına çarpıyor. Aslında bu denli şedit bir dile sıkça başvurulması, her adımın bir dayatma şeklinde atılması iktidarın çoktandır söyleyecek sözü, sunacak vizyonu, yapıcı bir projesi olmadığı anlamına da geliyor.
Ne var ki zaten efsunlanmış bir kitleyi artan dozda efsunlayarak, kaybedecek bir şeyleri olanlarıysa her şeyi kaybedecekleri tehdidiyle korkutarak “surları deldirmiyorlar.” Anayasa’nın her gün ihlal edildiği bir ülkede yaşamak ise, hukuk mefhumu zayıf, soyut düşünceden pek hazzetmeyen, uzun vadeli düşünme yeteneği kısıtlı, dayanışmayı ancak dar gruplarla yapmaya alışık bir toplumda ciddi bir tepkiye yol açmıyor. Antropolog Jenny White’in “Türk karmaşıklığı” başlıklı yazısında (http://www.the-american- interest.com/2015/02/02/the-turkish- complex/) vurguladığı gibi kaynakların çoğunluğa dağıtılması imkânları tükenene kadar da belli ki yol açmayacak.
Tüm bunlar yaşanmıyormuş gibi geleceğin aslında çok parlak olduğuna, uluslararası sistemde devrim yapacak güçte bir ülkenin şekillenmekte olduğuna inanmamızı isteyenler var. İşin vahim tarafıysa aralarında parlak akademisyenlerin de cehaletinin derinliği ürkütücü boyutlarda yorumcuların da bulunduğu bu kişilerin kendi yazdıklarına ve söylediklerine inanmaları.
İktidar güçleri gerçeklerden olduğu kadar kendi ülkelerindeki aklı başında seslerden de kendilerini uzak tutmaya, yalıtmaya gayret ediyorlar. Bu nedenle iç siyasetteki gerginliğin orta ve uzun vadede yaratacağı hasarı görmüyorlar. Daha doğrusu görmemek işlerine geliyor. Gidişattan mutlu olmadığını söyleyen iktidar mahfillerinden bazı şahsiyetlerin ise ya söylediklerine inançları yok ya da inançlarının gerektirdiği asgari cesaretten yoksun sünepe kişilikler bunlar.
Kısacası yurtiçinde aynı olgunun farklı siyasi aidiyetler taşıyanlar tarafından benzer şekilde değerlendirilebildiği günler epeyce geride kaldı. Ortak dil, ortak mefhum, ortak mefkure ortadan kalktı. Dayatmacılık ve popülist “büyük adam” sendromu bir kanser hücresi gibi ülke siyasetini sardı. Bunun bir sonucu olarak eski Türkiye imajı da, etkisi de yok edildi.
Hem ABD’de hem AB’de, biraz da kendi bencillikleri ve kısa vadeli çıkarları nedeniyle, Türkiye gözlemcileri giderek şiddeti artan otoriterleşme sinyallerini uzun süre görmezden gelmeyi tercih ettiler. Gidişattaki pek de demokratik olduğu söylenemeyecek gelişmelerden bahsedenler Batılı kamuoyunda dudak bükülerek dinlendi. Bugün Türkiye demokrasisinin iğdiş edilmesi nedeniyle dışarıda kıyameti koparanlar uzun süre iktidar partisine ve onun liderlerine toz kondurmadılar.
O günler artık geride kaldı. Türkiye artık pek de değerli sayılamayacak bir yalnızlıkla malul. Dış politikası darmadağın. Bir zamanlar Ortadoğu’ya örnek olması beklenen demokrasisi hızla popülist otoriterliğin bugüne dek kimseye hayır getirmemiş batağına sürükleniyor. Bunu engelleyebilecek güçlerin muhalefette olanları tüm mücadele azimlerine rağmen yetersiz kalıyor. İktidar cenahındakiler ise oportünist ve korkak.
Çözülme maalesef hızlanıyor.