Musul geri alınabilse bile...
Yarın (IŞ)İD yok edilebilse Ortadoğu’da ortalığı mahşer yerine döndüren kargaşa, şiddet, insafsızlık ve en az bir nesli şimdiden tüketmiş olan feci durum sona ermeyecek. Türkiye’nin dış politikasını değerlendirirken de Musul’u, bu şiddet pornografisi düşkünü çetenin işgalinden kurtarmak için yapılması beklenen askeri harekâtı tartışırken de, bu gerçeği gözden uzak tutmamak gerekiyor.
Ortadoğu halen içinde bulunduğu duruma bir günde gelmedi. Büyük güçlerin özellikle de Batılıların bu durumda sorumluluğu hayli yüksekse de bölgenin rejimlerinin ve seçkinlerinin çorbadaki tuzunu hiç küçümsememek gerekir.
Ortadoğu’da halen yaşananlarda 2003 Irak savaşının payının çok yüksek olduğunu söylemeye bile gerek yok. Obama’nın kendi şahsi pozisyonu ne olursa olsun, selefinin yarattığı faciadan kaçmasının her bakımdan yanlış olduğu da doğru. Ne var ki 2003 savaşı muhtemelen, zaten içten içe çürümekte olan bir sistemin, o sistem içinde giderek meşruiyetleri eriyen rejimlerin yıkılmasını kolaylaştırdı. Benzer şekilde toplumsal seçkinlerin projesizliğini, çapsızlığını ve sıradan vatandaşların çaresizliğini ortalığa serdi.
Arap isyanlarıyla ortaya çıkan büyük umut patlaması, böylesi hastalıklı bir ortamda yaşandı. Geçmişi canlandırmaya çalışmanın mümkün olduğuna inanan Körfez’deki karşı devrimcilerin hamleleriyle akamete uğradı. İslamcı siyasetin, hassaten de Mısır’daki Müslüman Kardeşlerin yönetimdeki kofluğu ve kendileri dışındakilerin özlem ve ihtiyaçlarına olan duyarsızlığı karşı devrimin işini kolaylaştırdı. Ancak kanlı Sisi yönetiminin saatleri geri alıp Mısır’ı askeri diktatörlükle yönetmesi de uzun süremeyecek bir hayaldir.
Rusya ve Çin’in buralarda demokratik değişim görme gibi bir derdi zaten yoktu. Kendi ekonomik krizinin sarsıntısıyla sersemlemiş Batı dünyası başta heyecanlandığı demokratikleşme dalgasını, İslamcılığın sonuçlarından korkması, tereddütleri, uzun vadeli bir projeyi devreye sokmaktaki isteksizliği nedeniyle desteksiz bıraktı. Arap karşı devriminin harekete geçmesi ve Suriye’deki toplumsal muhalefetin Türkiye’nin de katkılarıyla bir iç savaşın yolunu açmasıyla işler çığırından çıktı.
Ülkelerin içindeki çöküş bölgedeki düzenin de çözülmesini birlikte getirdi. O boşlukta bir yandan İran ve onun Hizbullah gibi devlet dışı müttefikleri egemenlik alanlarını genişletmeye çalıştı. Diğer yandan devletlerin çökmesiyle doğan boşlukta, kimlik siyaseti dışında bir siyasi seçenek üretilemeyince tüm cemaatlerin ayakta kalma mücadeleleriyle, bölgesel hegemonya kavgası birbirine karıştı.
(IŞ)İD’inkine yakın bir vahşeti alandaki hemen tüm gruplar ve kesinlikle Suriye devleti uyguluyor. İran, bir devlet olarak daha stratejik hareket edebildiği, hedeflerini gerçekleştirmesini sağlayacak iç tutarlılığa ve kapasiteye sahip olduğu için öne çıktı. ABD ve diğer Batılılar da bu duruma bakarak Tahran’dan Ortadoğu’daki düzeni sağlamak için medet ummaya başladılar.
Ne var ki İran’ın böyle bir rolü oynayabilmesi için yeni bir düzen içinde mutlak hegemonya hevesinden vazgeçmesi de gerekecek. Bunu yapmaya ne ölçüde niyeti olduğu şu an için meçhul. “Nükleer anlaşma Tahran’ı bu anlamda doğru çizgiye getirir mi?” sorusu ortada duruyor.
O nedenle Musul’un geri alınması için yapılması düşünülen savaşı yalnızca (IŞ)İD’in yenilgisi, Irak’tan temizlenmesi çerçevesinde görmemek gerekir. Onu ve benzerlerini yaratan koşullar var oldukça, bölgeye yönelik uzun vadeli, kapsamlı bir strateji ortaya konulup sabırla işlenmedikçe, bölge etrafına zehir saçmayı sürdürecek.
Bu durumda Türkiye, palazlanmasına ihtiyatsızca katkıda bulunduğu ve artık kendisine bir tehdit oluşturan (IŞ)İD’e yönelik Musul harekâtında ne yapacağına karar vermeden önce bölgesel politikasını daha dürüst bir şekilde gözden geçirmelidir.