Otokratın ölümü
GEÇEN hafta dünya, Singapur’un, 1959’dan 1990’a kadar görevde kalan, artık resmi sıfatı olmadığında bile ülkesinin kimliğini tanımlamayı sürdüren kurucu başbakanı Li Kuan Yu’yu andı. Bugün cenazesi kaldırılan Li için Hindistan bir gün yas ilan etti, dünyanın önde gelen liderleri 20. yüzyıla damgasını vuran son liderlerden birinin ardından övgü dolu sözler söyledi. Demokrasiye inandıklarını söyleyen liderlerin katıksız bir otokrata gösterdikleri saygı boşa değildi.
Haritada toplu iğne başı kadar yer tutan 5 milyonluk bir şehir-devletin, dünyanın en sosyal ya da sempatik kişilerinden biri sayılamayacak, ülkesini demir yumrukla yönetip ciklet çiğnemeyi bile yasaklamış lideriydi 91 yaşında ölen. Bu ilgiyi ve övgüyü otoriter kişiliğine rağmen hak etmesinin nedeni, o ufacık, karmakarışık, çok etnili ve daha 1950’lerde dünyanın en çürümüş yerlerinden biri sayılan ülkesini bağımsızlığa götürüp dünyanın refahı en yüksek toplumlarından birisi haline getirmesiydi.
Çin’in, Komünist Parti denetiminde kapitalistleşmesinin mimarı Deng Şaoping, Li’den esinlenmişti. Hindistan Başbakanı Modi’nin de kendisine örnek aldığı Li, siyasi hayatına anti-komünist bir sosyalist olarak başlamıştı. İngiltere’de hukuk okurken (ki sınıfını birinci olarak bitirmişti) İngilizlerin ülkesini yönetmelerini mazur gösterecek hiçbir üstünlükleri olmadığına kanaat getirdi. İkinci Dünya Savaşı’nda Japon işgali sırasında yaşadıklarının ışığında anti-emperyalizm ve Singapur’un kendi ayakları üzerinde durma hedefini her kaygının önüne koydu.
Kendi mizacındaki sertliği ülkesinin yönetimine de yansıttı. Daha sonraları “Asya değerleri” başlığı altında disiplini, çalışma ahlakını, kendini aileye ve toplumsal iyiliğe adama zorunluluğunu öne çıkaran yaklaşımını meşrulaştırma yoluna girdi. Bu yaklaşımın da yardımıyla ülkesini, dünyanın en az yolsuzluğa bulaşan 7’nci ülkesi haline getirdi. Eğitime muazzam şekilde yatırım yapıp bürokratlarına dünyanın en yüksek maaşlarını ödeyerek onlara rüşvet mikrobunun bulaşmasının önüne büyük ölçüde geçti. Rüşvet alırken yakalanan bakanları, özür notları bırakarak intihar etti.
Bu sicil aslında otoriter bir rejim açısından umulmadık bir sonuçtu. Nihayetinde iktisatçi Robert Klitgaard’ın formülünde belirtildiği üzere iktidar tekelinin ve gizliliğin hüküm sürdüğü, hesap vermenin esamisinin okunmadığı ülkelerde yolsuzluk alıp başını giderdi. İktidar tekeli kıskançlıkla korunduğu halde Li’nin Singapur’u bu kuralın istisnası oldu. Li, 1970’lerden itibaren kapitalizmin dalgalanmalarına ve yeni yapılanmalarına uygun şekilde ülkesinin rotasını değiştirmeyi becerdi. Bu şekilde Singapur’u gerek dünya finans sisteminin gerekse taşımacılık sektörünün vazgeçilmez unsurlarından birisi haline getirdi.
Singapur’un başarısı kalkınma ve demokrasi arasındaki ilişki, ikincisine gerek olup olmadığı hakkındaki tartışmaları en çok besleyen olgulardan sayılırdı. Li, bireye öncelik veren, bireysel özgürlükleri mutlak değer olarak benimseyen Batı anlayışına en hafifinden istihza ile bakardı. Ne var ki ölümüne yakın kendi ülkesinde de genç ve müreffeh bir toplum refahına denk düşen siyasi katılım hakkını istemeye başladı. Partisi eskisinden daha az oy alırken yeni talepler gündeme geldi. Muhtemelen onun ardından sistemin siyaseten açılması baskısı artacaktır. O zaman da gündemdeki soru demokratikleşmenin ardından Singapur’un eski başarısını sürdürüp sürdüremeyeceği olacaktır.
Farid Zakariya’nın kendisiyle 1994 yılında yaptığı ve ciddi yankılar uyandıran mülakatta Li, uluslararası sistemdeki eşitsiz kurumsal düzenlemeleri şiddetle eleştirmişti. O mülakatta hayalini gerçekleştirdiği, artık gökdelenlerle dolu, zengin, gelişmiş, tümüyle modern Singapur’a bakıp şunu da söylemişti:
“Geçmişi geride bıraktık. Ve artık bizde eskiye ait bir şey kalmayacağına dair bir sızıyı da içten içe hissediyorum.”