Çok bilinmeyenli denklem
Ortadoğu’da olup bitenlere farklı açılardan bakılabilir. Bir yanıyla bölge, nafile bir hegemonya mücadelesi nedeniyle mezhep savaşlarının kıskacında kendi geleceğini tüketiyor. Yakın zamanda Suudi Arabistan-İran arasındaki hegemonya savaşının sonunu görmek mümkün değil. Suudi Arabistan, son zamanlarda yanına aldığı Türkiye, Katar ve Ürdün’le birlikte İran’ın bölgedeki artan etkisini çeşitli şekillerde kırmak için sert hamleler yapıyor. Suriye’de her yıl 35 milyar dolar civarında para harcayan, gençlerini ölüme gönderen Tahran aslında sıkışıyor.
Diğer yandan İran devriminden beri aralarında resmi iletişim olmayan Tahran ve Washington, Körfez Arap ülkelerinin kaygılı bakışları altında tarihsel bir uzlaşma yönünde ilerliyorlar. Amerikan Kongresi’nin en parlak anlaşmayı bile kabul etmemesi ihtimalini hep akılda tutmak gerekir. Ancak eğer bir anlaşma haziran sonunda şekillenecek olursa ve Kongre’den de destek bulursa İran-ABD ilişkilerinde yeni bir sayfa açılacak. Bunun elbette bölgedeki güç dengesi üzerinde de büyük etkisi olacak. İran rejiminin şahinleri bu durumdan yola çıkarak bölge hâkimiyeti düşlüyorlar.
Obama’nın dış politika anlayışının, insanı bazen çileden çıkaracak ölçüde “realist” bir yaklaşımdan esinlendiği düşünülürse ortaya çıkan tablo daha karmaşık. Obama bir yandan her türlü esnekliği göstererek, siyasi sermayesini kullanarak, İsrail ve Suudi Arabistan’a kafa tutarak İran ile ABD ve diğer büyük güçlerin bir anlaşmaya varmalarını sağlama peşinde. Diğer yandan da Suudi Arabistan’ın Yemen’deki savaşına ciddi destek veriyor.
Buradan çıkarılabilecek bir sonuç Obama yönetiminin bir yandan İran ile işbirliği yollarını açacak anlaşmayı kovalarken, diğer yandan da Körfez bölgesinde Tahran’ın hegemonik güç olma ihtirasını dengelemeye çalıştığıdır.
Bu durumda ABD’nin pek umursamadığı Suriye cephesindeki gelişmelere daha dikkatli bakmak gerekebilir. Son haftalarda Suriye’den gelen haberler bir dalgalanmaya yol açtı. Nusra Cephesi’nin önderliğinde İdlib ve ardından Cisr el Şuğur’un rejim güçlerinden alınması Esad rejimi düşüyor mu sorusunu sordurdu. Tam bu gelişmeler olurken İsrail’in de önce Suriye-Lübnan sınırında Hizbullah’a daha sonra da Şam’ın kuzeyinde Esad’a bağlı birliklere saldırdığı haberleri geldi.
Bu gelişmeler arasında bir bağlantı olup olmadığı bilinmiyor. Ne var ki, İsrail’in de İran’ın zayıflamasını istediği, Hizbullah’a bir ders vermek için de elinin kaşındığı sır değil. Nükleer anlaşma akabinde Esad’ın gidip Tahran’a daha uzak bir rejimin Suriye’yi yönetmesinden de herhalde şikâyetçi olmayacaktır.
Suudi Arabistan’ın, bazı iddialara göre Türkiye ile birlikte, Suriye’de daha etkin müdahaleler yapmak istediği söylentileri dolaşırken bu saldırılar elbette önem taşıyor. Öncelikle Esad rejiminin savaşı sürdürme kapasitesi giderek düşüyor. Kazanması ise söz konusu değil. Rejim içindeki güçlü odakların birbirine girdiğine dair haberler geliyor. Ancak bu zafiyet halihazırdaki muhalefetin rejimi düşürebileceği anlamına da gelmiyor. Bu durumda ya ülkeyi tüketen ve etrafa zehir saçmasına yol açan savaş sürecek ya da diplomatik bir hamlenin yapılması gerekecek.
Yabancı kaynaklarda son dönemdeki gelişmelerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suudi Arabistan gezisinin payı olduğu yazılıyor. Ürdün, Suudi Arabistan, Türkiye, Katar cephesinin işbirliği silahlı muhalefetin kendisini toparlamasını sağladı. Bu yeni güç dengesinde büyük güçlerin ve özellikle ABD’nin yapabileceğini Uluslararası Kriz Grubu şöyle özetliyor: “(Cihadcı olmaya) muhalefeti Ankara, Riyad ve Doha ile işbirliği içinde güçlendirip İran’a da Tahran’ın temel jeopolitik kaygılarını hesaba katan bir kalıcı çözüm için müzakere istendiği mesajını vermek.”
Böyle bir sonuçta Türkiye’nin çıkarı olduğuna şüphe yok. Soru, böyle bir yola girildiğinde Ankara’nın kendi rolünü nasıl ve hangi parametrelerle tanımlayacağıdır.