Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Özcan Tikit dünkü yazısında bazı haberlerden yola çıkarak (IŞ)İD’in Kobani’ye yeniden saldırması olasılığına dikkat çekti. Seçim kampanyasının ortasında böyle bir gelişmenin, hele Ankara Kobani’ye yardım edilmesine izin vermeyecek olursa, Türkiye’deki gerginliği artırabileceğine kuşku yok. Birinci ve belki de en doğrudan tehlike ihtimali bu. İkincisi ise Suriye’nin kuzeyinde Türkiye’nin yıllardır arzuladığı “güvenlikli bölgenin” oluşturulması. Bu durumda Türk ordusunun sınırı geçerek güneye girmesi ve orada en azından bir tampon bölge oluşturması söz konusu olacaktır.

        Bu yeni hareketlilik El Kaide bağlantılı Nusra Cephesi ve en az onun kadar cihatçı bir örgüt olan Ceyş el-İslam’ın önderliğinde rejime karşı kazanılan başarıları açıklıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suudi Arabistan Kralı Salman ile buluşmasından sonra iki ülke arasındaki işbirliğinin Katar’ın da katılmasıyla birlikte güçlendiği anlaşılıyor. Türkiye sınırından bu muhalif muhariplere gönderilen silah ve mühimmatın özellikle de tanksavarların, İdlib ve Cisr el-Şugur’un düşmesinde payı olduğunu bu örgütlerin temsilcileri söylüyor.

        Bu aşamada sorulması gereken iki soru var. Türkiye’nin Suriye’ye asker sokması doğru mudur? Böyle bir adım dolaylı olarak zaten gırtlağına kadar Suriye savaşının içine batmış, sınırları yolgeçen hanına dönmüş ve içindeki mültecilerin tümünü kontrol edemeyen bir ülke açısından feci sonuçlar doğurabilir. “Pakistanlaşma”ya gidişin önündeki son kalan engeller de erimeye başlar. Kaldı ki Pakistan bile Yemen’de kendisinden asker isteyen Suudi Arabistan’a “Hayır” deme sağduyusunu gösterebildi.

        İkinci soru Türkiye’nin, İran’a karşı ölümüne bir mücadeleye girmiş ve mezhep savaşlarını sonuna kadar körükleyen Suudi Arabistan’ın arkasına takılmasının doğru olup olmadığıdır. Böyle bir adım bölgeye nizam getirme iddiasıyla başlayıp başarısız bir Suriye politikasının enkazından kurtulmak ümidiyle başkasının savaşına katılmak anlamı taşır. Yani konumuz nizam kuruculuk, liderlik filan değil yardımcılık olur. Üstelik bu işbirliğiyle Suudi Arabistan’ın selefi mezhepçiliğine takılırsınız ki, bu da akıl kârı sayılamaz.

        Suriye’deki gelişmeler Beşar Esad’ın günlerinin sayılı olduğu umudunu yeşertti. Ne var ki sakin tahlil yapabilenler mezhepçilik üzerinden sürdürülen ve cihatçı örgütlerin güdümündeki bir muhalefete karşı Esad’dan nefret edenlerin bile rejimi terk etmeyeceklerini öngörüyor. Türkiye’nin hatası tam bu tespitten hareketle ortaya çıkıyor. Ankara, iktidar partisinin temennilerini analiz veya gerçek sanması nedeniyle, mezhepçilik girdabına kendini kaptırdı. Halbuki Türkiye’nin dış politikası ancak laik bir çerçevede yapıldığı, Esad düştüğü takdirde, katliam tehdidiyle karşılaşacak tüm azınlıklara güvence sağlayabildiği takdirde ayrışabilecek ve yapıcı sayılabilecektir.

        Türk dış politikasını yakından takip eden ve ayrıntılardaki şeytanları ayıklamada hayli mahir olan Şanlı Bahadır Koç’un dediği gibi, Beşar Esad’ın düşmesi iyi bir şey olabilir. Ne var ki ciddi olumsuzlukların da önü rejimin çekmesiyle açılacaktır. Koç’un sıraladığı sonuçlardan bazıları şunlar: “a) Başta Nusayriler olmak üzere azınlıklara belki Türkiye’nin verdiği silahlarla katliam yapılması, b) Esat sonrası dönemde Ankara’nın IŞİD ve El Kaide karşıtı gruplara destek vermesi üzerine bu iki örgütün Türkiye karşıtı eylemlere girişmesi, c) Radikal grupların Türkiye sınırı ve hatta ülkenin tamamına bu sefer kalıcı ve Beşar ile savaşmak zorunda kalmadan hâkim olmaları, d) Ülkenin kaynaklarına hâkim olduktan sonra Ankara’ya olan ihtiyaç ve saygısı azalan grupların Türkiye’ye yönelik eylemlere girişmesi.”

        Seçim telaşı ufuktaki bu tehlikeyi görmeyi engellememelidir.

        Diğer Yazılar