Obama ve Körfez Arapları
Berlin
TÜRK dış politikası, bu seçim kampanyasının ağırlıklı bir konusu değil. Ancak dış politikada uzun vadeli olumlu ve daha da çok olumsuz etkileri hissedilecek gelişmeler yaşanıyor. Türkiye, bir taraftan Ortadoğu bölgesinde Suudi Arabistan’ın kuyruğuna takılarak, kendi başına beceremediği Esad’ın gitmesi hedefine ulaşmak istiyor. Diğer taraftan da “Çin füzeleri alacağım” tehdidinden hâlâ vazgeçmediği NATO içinde kendisini daha önemli konumlara getirecek adımlar atıyor, görevler üstleniyor.
NATO ile ilişkiler toparlanmaya çalışılırken, derin komadaki AB üyelik sürecine ekonomik alanda biraz hareketlilik getirmesi beklenen Gümrük Birliği’ni derinleştirme çabaları başlıyor. İktidar, sürekli saldırdığı Batı ülkeleriyle var olan ittifak ilişkilerini diri tutmak zorunda kalıyor. İçeriye yönelik söylemindeki üslup ne olursa olsun Batı ittifakından vazgeçemeyeceğini, bunun maliyetini kaldıramayacağını biliyor.
Ne var ki içerideki söylemle gerçeklerin gösterdiği çaresizlik, dışa yönelik üslup ülkenin diplomatik alanda zayıflamasına, itibar yitirmesine yol açıyor. Berlin’de bunu net şekilde görmek mümkün.
Son dönemde Körfez ülkelerine ve onların sermayesine yönelik bağımlılık gözleri tırmalamaya başlıyor. Bu bağlamda Türkiye’yi ilgilendiren en önemli gelişme, Başkan Obama ile Körfez’deki Arap devletlerinin temsilcileri arasında başkanın dinlenme yeri olan Camp David’de hafta sonu yapılacak olan toplantı. Tahta geçer geçmez Suudi Arabistan’ı sert ve saldırgan bir dış politika çizgisine çeken yeni kral Salman zirveye gitmedi. Yerine veliaht yeğenini ve savunma bakanı oğlunu gönderdi. Bahreyn ve Umman liderleri de zirveye gitmiyor.
Bu şekilde Suudlar Obama yönetiminden duydukları memnuniyetsizliği göstermiş oluyor. Doğrusu Obama yönetiminin pek de umurunda olduğunu sanmıyorum. Son tahlilde bu ülkelerin yönetici ailelerinin hepsi güvenlikleri ve hayatta kalmalarını ABD’ye borçlu. Petrol bağımlılığı azalan bir ABD’nin bu ülkelerin kaprislerine yönelik sabrı giderek daha sınırlı oluyor.
Bunlara, bu rejimlerin 21. yüzyıl açısından yüz kızartıcı rejimler oldukları gerçeğini ekleyebilirsiniz. Dünyanın bela diye gördüğü şiddet müptelası cihatçı grupların arkasında en azından vatandaşları aracılığıyla Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkelerinin bulunduğunu da Amerikan yönetimi bilmez değildir.
Körfez ülkelerinin hayati derdi ABD’nin, diğer büyük devletlerle birlikte İran ile nükleer program üzerinde bir anlaşmaya varmasıdır. İran üzerindeki ambargo kalktıkça bu ülkenin ekonomik imkânları da açılacaktır. İlk elde İran’ın dondurulmuş 120 milyarlık varlığının çözülmesi, ardından da ülkeye müthiş bir sermaye akışı bekleniyor. Bu durumda en zor ekonomik koşullarda bölgeye kök söktüren Tahran’ın gücünün artmasından, bir cazibe merkezi olmasından da ürküyorlar. Suriye’de İran’ın belini kırma çabası bu korkudan beslenmektedir.
Obama Camp David’de bu rejimlerin İran’dan kaynaklanan güvenlik kaygılarını giderecek bazı sözler verecek ve belki de “Amerikan koruması” taahhüdü sonuç bildirgesine de girecektir. Bunun ötesinde, bu ülkelere yönelik asıl tehdidin rejimlerin kırılganlığından ve içerideki sorunlardan geldiğini düşünen Obama reform baskısı yapacak mıdır göreceğiz.
Bir dönem Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nda çalışan Jeremy Shapiro’nun renkli değerlendirmesiyle ABD’nin “uzun vadeli hedefi İran’la yatağa girmek değil, İran ile ilişkileri kullanarak Suudlarla girilen yataktan çıkmaktır”. Buna Obama açısından, İsrail ile ilişkileri farklı bir çerçeveye oturtmayı da ekleyebiliriz.
“Körfez ülkeleri ve İsrail’in bir tarafta, İran’ın diğer tarafta olduğu yeni bölge dengesinde Türkiye’nin çıkarı Suud-Katar ittifakının vurucu gücü mü olmaktır?” sorusuna ciddi şekilde cevap aranması gerekir sanıyorum.