Seçimden sonra keyifle 'Oh' diyememek
DAHA seçimlerin önümüze koyduğu tablo tam sindirilmeden, sonuçtan memnun olanlar bu sonucun keyfini çıkaramadan işler gene karışmaya başladı. Diyarbakır’daki cinayet ve ardından yaşananlar aşina olduğumuz bir oyunu yeniden izlemek zorunda kalıp kalmayacağımız sorusunu gündeme getirdi. Bunun da ötesinde sanki Meclis’teki partilerin işi ülkeyi yönetecek bir hükümeti oluşturmak değilmişçesine yapılan tartışmalar zihinleri bulandırdı.
Gerçi 7 Haziran’da siyasal tarihimiz açısından önemli bir eşik geçildi. Toplumun çok farklı kesimleri kendilerini rahatsız eden bir gidişe “Dur” demek üzere oylarını kullandılar. Bunun sonucunda iktidar partisi alışık olmadığı bir sonuç aldı. En azından kendini alışık olmadığı bir konumda buldu.
2002 seçimlerinden bu yana ezici çoğunluklarla ülkeyi yönetmeye alışmıştı AKP. Giderek kimseye hesap verme gereği duymadan sistemi kendi ideolojisi doğrultusunda değiştirmeye başlamışken alınan bu sonuç kuşkusuz ağır bir darbeydi. Toplumsal mühendislik hırsının sınırları da gene bu sonuçla çizilmiş oldu.
MHP kendine göre iyi bir sıçrama yaparken, ciddi bir sorumluluk güdüsüyle hareket eden ve HDP’nin işini kolaylaştıran CHP, kendi içindeki dönüşümün semeresini alamadı. Bunda seçmenin vaatler konusunda ikna edilememesi kadar bu partinin bir marka olarak aşınmışlığının da payı sanırım vardı.
HDP ise bu konuda yazan ve konuşan herkesin teslim ettiği gibi seçimin gerçek kazananı konumundaydı. Olağan şartlarda kendisine destek vermeyecek kitlelerin desteğini alarak barajı aşıp bir yandan Kürt siyasal hareketinin meşruiyeti açısından ciddi bir atılım yaptı.
HDP’nin Meclis’e girebilmesi diğer yandan da devletin kurumsal yapısının çökertilmesi pahasına süren başkanlık yolundaki gelişmelere sekte vurdu. Gezi hareketinin enerjisi, dili ve ilkeleri Türkiye seçmeni açısından hayli radikal sayılacak bu adımın atılmasını sağladı.
HDP’yi barajın üzerine taşıyan sayısal ağırlığın AKP’den soğuyan dindar Kürtlerden gelmesi, alınan sonuçta bu unsurun önemini düşürmüyor. Zira sonuçta HDP’nin seçim dili ve kadrosunun simgeleri kendi muhafazakârlık kavrukluğunu kırması istenmeyen Türkiye’ye farklı bir ufuk da sunuyordu.
HDP’nin zaferi aynı zamanda Cumhurbaşkanı’nın yenilgisi anlamına da geliyordu. Ne var ki Cumhurbaşkanı anlaşılan yalnızca bir muharebe kaybettiğini düşünüyor. Başkanlık sistemine ulaşmak için verdiği savaşı daha kazanacağına da inandığını sanıyorum. Erken seçim söylentilerinin bu denli yoğunlukla ortalarda dolaşması sanırım buna delalet ediyor.
Türkiye siyaseti ne pahasına olursa olsun erken seçim yoluna girmemelidir. Seçimin en açık mesajı başkanlık sistemine “Hayır” denmesi olduğuna göre Meclis ve onu oluşturan partilerin temel görevi bellidir: Meclis parlamenter sistemin adına ve şerefine uygun şekilde güçlendirilmek zorundadır.
Bu Meclis hem kendi içinden bir hükümet çıkarabilmeli hem de yasama görevlerini ciddiyetle yaparak sistemdeki denge ve denetim mekanizmalarının yeniden işlemesini sağlamalıdır. Aksi halde ülkeyi sarsacak bir istikrarsızlık ortamına doğru gidilecek, toplumun ezici çoğunluğunun istemediği bir sistemi dayatma adına ciddi bedel ödenmesi gerekecektir.
Bana göre Türkiye ciddi şekilde bir sistem restorasyonu ihtiyacı içindedir. Bunun da en iyi şekilde bir büyük koalisyonla (AKP-CHP) gerçekleşebileceğine inanıyorum. İktidar partisinin rejimi kendi dünya görüşü ve ideolojisi çizgisinde dönüştürme çabası, bunu da yerleşik otoriter kalıpları kullanarak gerçekleştirme imkânları artık kısıtlıdır.
Bugün, bir bakıma 1974’te rahmetli Ecevit’in tanımlamasıyla “tarihsel yanılgı”nın düzeltilmesi diye sunulan koalisyona benzer bir koalisyon hükümeti ülkenin ihtiyacına cevap verebilecektir. AKP’nin, kendisini vesayetten kurtararak böyle geniş ufuklu bir projeye girip girmeyeceği hem kendi geleceği hem de ülkenin esenliği açısından cevap bekleyen en önemli sorudur.